Tereddüt
etmeksizin, balkonda sohbeti koyulaşmış adamların masasına ilişti, teklifsizce.
Gayet rahattı, herkese merhaba deyip oturdu. İlk etapta geleni yadırgasalar da
üç kafadarın şaşkınlıklarını üzerlerinden atmaları uzun sürmedi ve muhabbete
kaldıkları yerden devam ettiler.
Yaz kaç
zamandır erken gelmeye başlamıştı, böyle günlerde balkonda oturup soğuk bira
eşliğinde kafa dengi kimselerle laflamak, her şeyi bırakıp kendine zaman
ayırabilmek ve iyi vakit geçirmek bir nimetti. Bu şekilde damdan düşen her
kimse artık, illa ki içlerinden birinin tanışıdır diye geçirdiler içlerinden ve
sormadılar ne ona, ne de kendilerine.
Baştan
konuşmadı, açılması ve masadakilerin adlarını öğrenebilmesi birkaç birayı
almıştı, ufaktan lafa girmeye, sohbete dahil olmaya masadakilere isimleriyle hitap
edebilmeye başlamadan öncesi. “Bu arada...” diyerek kendini tanıttı ve es
vermeden konuşmaya katıldı, masadakiler anca kafa sallayabildilerse de kendi
kendilerine sorsalar bile kendi aralarında kaş göz yapamadılar. Ortada
olağanüstü bir durum, tavırlarında ve söylediklerinde onların ölçülerine göre
herhangi bir olağandışılık söz konusu değildi hatta kendilerinden olmayan bu
eleman zararsız görünmesinin yanısıra sohbeti o kadar da fena olmayan bir
adamdı. Sonra masa her zamanki gibi, sözleşmesiz ilk fırsatta toplanmak üzere
gürültü yapmadan, sessizce ve olaysız dağılırken öpüşüp tokalaştılar.
İlkokulda Fen
Bilgisi derslerinde deneyler yapılır, Biyoloji müfredatında da Bilimsel Yöntem
diye bir bölüm vardır, orda içerik; problem tesbitinden, yasaya ulaşan yoldur
ve kontrollü deneylerden geçer. Bilim alanındaki bütün deneyler kontrollü
yapılır, basitçe; bir takım değişkenler sabit tutulurken ki bunlara kontrol
gurubu denir, diğerleri –radikal grup- değiştirilerek alınan sonuçlardan
çıkarımlar yapılıp eldeki hesaba uyup uymadığı denenir, kontrol edilir. İşte bu
adamlar o mekanın kontrol grubuydu, sabitiydiler. Radikal grupsa gide gele yan
masalardan edindikleri dostları, bazen izin gününde oraya içmeye gelen veya fırsat
buldukça laflayan çalışan, işletmeci, kendi etraflarındaki yakın gördükleri;
sohbeti çekilir, nadir de olsa karikatürdeki gibi “geldi yine tipini siktiğim”
benzeri düşünceler uyandıran, kahrı çekilmez olsa da azami oranda sabredilen
insanlardı, bana mısın demeseler dahi; bereket bunların sayıları ve süreleri
azdı. Kendi içlerinde gayet keyifli, iyi anlaşan bir bütün olmalarıyla birlikte
radikal grubun katkıları, varlıklarıyla olan artıları hissettirirdi;
yokluklarındaki eksikliği.
Aynı zamanda
apayrı görüşleri, yaklaşımları olan insanlardı, fıkraların İngiliz, Fransız ve
Alman’ı gibi; o günden itibaren onlara Temel’lik yapan bir de yancıları vardı.
İşte, aslında o adam benim.
Serin bir
akşamdı, dükkandan çıkmış ve sokağa dalmıştım bir roman kahramanı edasında.
Şehirde yalnızdım, yürüyordum, etrafa ve gelen geçen insanlara bakarak, kendi
kendime bir takım çıkarımlarda bulunarak bazı sonuçlara varıyordum. Suratlarda
nur yoktu, acelecelik ve hep bir yerlere yetişme zorunda olmanın verdiği
sıkıntı, bunun getirdiği bıkkınlık, bunun üzerine eklenen çalışma, geçim derdi
ve kendi dünyalarındaki benim bilemeyeceğim sorunların getirdiği yorgunluk.
Burdaki herkesin öylesine acelesi vardı ki; sanırım kimsenin vakti, gücü ve
dolayısıyla ilgisi olmadığından; ayda yılda bir turneye gelen oyunlar
haricinde, düzenli bir tiyatro yoktu örneğin. Anladığım kadarıyla, herkes
geberene kadar çalışmak zorunda olduğundan, kimse yanılıp dinlenmesin, oturup
nefeslenirken kazara düşünmesin, bu insanlar sakın ha sakın stres atıp
eğlenmesin diye kurgulanmıştı her şey. Kimsenin gidebilecek bir yeri,
saklanabileceği bir sığınak, başını sokabileceği bir delik yoktu. Bir
düşünsenize oturup ağız tadıyla yemek yenecek bir lokanta bile yokken, piyasa
dönerci dükkanlarından geçilmiyordu ve etrafta hiç kedi yoku; şüphesiz ki
kontrolsüz endüstriyel üretim bu insanların yatak odalarında bile erken boşalma
olarak çoktan girmiş, hayatlarının tek ve bütün gerçekliği oluvermişti.
İstikbal
bana böcekleşmeyi, onlardan biri olmayı olmayı vadediyordu ve zaman geçtikçe de
onlara benziyordum, oysa ben gerçek insan olmak istemiyor, kurgu bir karakter
olmaya öykünüyordum mesela; büyümeyi reddeden bir Peter Pan, kendini şövalye
sanan bir Don Kişot hatta daha iyisi kendini Don Kişot sanan bir Tutunamayan
gibi şeyler. “Ağaç dalı kompleksi” ve “kumlara yatma rahatlığı” gibi şeyler
vardı. Göz göre göre herkes yanılıyor ve hatada ısrar edip, aynı şeyleri
yaparak mutlu olmak gibi farklı sonuçlar almaya çalışırken; yorulmuş bir banka
çökmüştüm gecenin serinliğinde ve şimdi daha önce gidilmemiş bir mekanda, daha
önce içilmemiş içkilerin, tanışılmamış insanların, belki hayatımın aşkının,
belki görkemli bir bar kavgasının veya bambaşka şeylerin yahut hiçbirinin beni
beklemediğini düşünürken bağırsaklarımda bir ağırlık hissettim ve mecburi
istikamet evin yolunu tuttum. Yine her zamankinden: ben bir roman kahramanı
olamadım hatta kimsenin kahramanı olamadım.
O gün
gittiğimde mekan yeni açılmıştı, temizliğe yardım ettim; teşekkür olarak
şekersiz, sade kahve ikramını kabul ettim, içmeye başlamadan önce ayılmak işime
gelirdi. Kahvemi içerken bir yandan da günün gazetelerine göz gezdirmeye
başladım. Kahvem bitmiş, yorgunluk birasına henüz geçmiştim ki, bir yudum aldım
almadım, o geldi. Pis karı. Oturmadan, ayakta, hiç vakit kaybetmeksizin
bardağımı kafaya dikti ve tek seferde yarılayıp beni bırakıp gitti. Fazla söze
gerek yok, bardağa baktım; yarısı boş, yarısı doluydu.
Kontrol
grubu yağmur damlaları gibi düşmeye başlamıştı, yalnızlığımın çölüne. Güzel
insanlarla, keyifli bir sohbet: yaşamak içmenin bahanesidir. Derken masamızın
aranmayan elemanlarından biri çıkageldi ve gelmesiyle ortamın içine edivermesi
bir oldu. Genç kontrol grubu rahatsızdı, sıkışınca kalkmak için hepsinin
bahanesi hazırdı: birinin işi, diğerinin çocuğu, ötekininse eşi vardı. Bense
mazeretsiz rahatsızdım; onlar teker teker kaçtı, ben teke tek kaldım. Masadaki
yarım litrelik su şişesini fark ettim, boş bardağımı doldurması için Hızır gibi
yetişen dostuma uzattım, karşımda oturmuş, durmaksızın konuşan adama baktım,
şişedeki suyu dipledim. İçinde bulunduğum durumu en az benim kadar bilen dostum
da şişeyi fark etmiş olacak ki; biramı getirdiğinde şişeye baktı, göz göze
geldik ve gülümsedi.
Şansım
kutunun içindeki kibritlerin oranı doğrultusunda değişkendi ve ben her zamanki
gibi tek de olsa, hep de; ilk denemede yine aynısından çekmiştim; elimdeki
yanık veya sönük bir kibritti, hangisi olduğunu hiçbir zaman bilemedim. Bu kez
kutunun içindeki kibritleri özenle inceleyip, yakabileceğim ve söndürebileceğim
birini seçerek soğukkanlılıkla sigaramı yaktım, biramdan bir yudum aldıktan
sonra da gözlerimi -durmaksızın kafa ütüleyen, hani şu herkesin bildiği ve
etrafında muhakkak en az bir tane bulunan “eski solcu”lardan olan- adama dikip
derin bir nefes aldım, ağzımı açtım ve büyük bir akıcılıkla gerisi geldi. O
akşamüzeri o masada tarih yazdım, ben bile şaşrıdım ama o herifi süpürmeyi
becerdim, benle başa çıkamayağını anlayıp, zehir olan birasını bitirip kaçtı.
Ona karşı aldığım tek zaferdi, belki de ona karşı alınan tek zafer! Gururluydum,
kutlamaya bir birayla başlamaya karar verdim, neşem yerine gelmişti.
Yıldızlar
geçidi gibiydi, o gün pek çok güzel insan masama gelmiş, birer ikişer bira
içip, biraz laflayıp gitmişlerdi, sözleşmişler gibi beni yalnız bırakmıyorlardı.
İşin kötü tarafı hepsinin erkek olmasıydı, kadın müşteriler de geliyordu ama
hiçbiri bana uğramıyordu, aman ya Rabb’im tam bir penis mıknatısı gibiydim!
Saatler ilerleyip, yanımdaki tüm yıldızlar kaydıktan sonra yalnız olduğumu fark
edip, kalkmaya niyetlendiğim o sırada, çalmaya başlayan Tanju Okan’la hemen bu
fikrimden vaz geçip bir bira daha söyledim.
Geçen on bir
saatin ardından sokaktaydım işte, başladığım yere dönmüştüm yine.
Murat Can Özdemir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder