Balkonlarının
önünde küçük bir bahçe bulunuyordu. Küçükken olsa bu bahçe ona sonsuz
görünebilirdi. Şimdi ise gözünün önündeki küçük teferruatlar gibi.
Balkonsa,
bilindik ailelerin yaptığı hiçbir işe yaramıyordu zaten. Orada oturup ne küçük
aile sohbetleriyle çay içiyorlar ne de canı sıkılınca oturup sigara içiyordu
biri. Düşününce balkonu en fazla kullanan oydu herhalde. O da pek mantıklı
şeyler yapmıyordu. Balkondaki mozaik taşları kalemle karalamak mantıklı bir iş
sayılmaz. Ya da karaladıklarını bir karakter olarak tasavvur etmek.
Birden bir ses
duydu:
-
Ne yapıyorsun
bakalım gene?
Bu ses öyle çok
uzaklardan gelen bir şey değildi. Bakındı öyle etrafına. Tekrar duydu:
-
Buradayım yahu?
-
…
-
Nasılsın
bakalım?
-
Yani, şey.
İyiyim.
-
YAŞASIN! o halde.
Nasıl olur falan
diye düşünmeye hiç fırsat vermeden konuşmaya devam etti:
-
Bu işlerde hiç
iyi değilsin. Boşuna uğraşma. Kitap falan da okuyorsun ama üslubun berbat. Hem
haksızsın, burayı en fazla kullanan sen değilsin.
-
Onu da nereden
çıkardın şimdi? Sen kendini aileden falan mı sayıyorsun?
Beni sen çağırdın, şimdi de kovuyorsun öyle mi?
Balkondan kafasını uzattı. Onu yerde yatmış
ağlarken gördü. Karşı evde bir kadın şarkı söylüyordu. Sayı saymaya başladı.
Hiç olmuyor sonu gelmiyordu. Biranda yine her şeyden uzaklaştı. Çamaşır teliyle
oynamaya başladı. Sanki bütün dünya bir vakumla içine çekiliyor, geri püskürtülüp
rastgele yerlere gidiyorlar gibiydi.
-
Ya tamam, gel
buraya, gitme. Gelsene. Ya tamam, özür dilerim.
-
İşte bu yüzden
seni seviyorum çocuk. Hem nasıl olurda benim konuşabileceği mi sormadın bile?
Bunları söyledikten sonra, bir çırpıda
balkondaki mozaik taşların üzerine çıktı. Onun gibi bir olsaydınız, sizde
yapabilirdiniz bunu. Kirpikleri, gözyaşından dolayı birbirine yapışmıştı.
Elleriyle onları düzeltmeye çalıştı, pek el denemezdi aslında onlara.
-
Merak etmedim sayılmaz.
Bir kirpiyle konuşabiliyorsam seninle de konuşabilirim. Şimdi sana isim falan koymak gerek öyle değil mi?
-
Sen ne sandın ki
beni. Yeni doğmuş falan mı?
İsmim var benim.
-
Pekâlâ, pekâlâ.
Hemen affettiğine göre seviyor olmalısın beni.
-
Seviyorum tabi,
hem kim sevmez ki kendini?
Anlamıştı zaten. Bu durumda başkası olsa
öğrenmek istediği bir sürü soru sorabilirdi. O hiçbir şey sormadı. Soru sormak
anlamsızdı. Konuşmak istemiyordu, lakin:
- Sen ne istiyorsun
hiç anlamıyorum. Neden hala konuşmuyorsun? Artık bir şeyler söylemelisin. Çek
elini yüzünden. Bu böyle gitmez sen de biliyorsun bunu.
- Bunun cevabı
belki yok. Hem olsa sen de biliyor olmalısın cevabını.
Şu yıldızları görüyor musun? Görmüyor olamazsın
değil mi?
Kafasını yukarı kaldırmadı bile. Göremediğini
biliyordu. Ama bir çocuk topunu bahçelerine kaçırdıktan sonra oraya girerken
gözlerindeki korkuyu ve heyecanı görebiliyordu. Ne çocuksu şeyler. O da farkına
vardı. Göremeyeceğini biliyordu. Denemeliydi. Çocukluk bunu gerektirirdi.
Kaldırdı kafasını yukarı. Göremiyordu. Denedi. Hayal edebilirdi. O da öyle
yaptı.
-
Göremiyorsun
değil mi? Ben de göremiyorum. Hiç kimse göremez. Gündüzleri yıldızlar görünmez.
Orada olduklarını bilirsin ama.
-
Bunların hepsini
o kadar çok düşündüm ki yoruldum artık.
-
Biliyorum.
-
Kafamın
içindekiler artık acı veriyor, onları ya çıkarıp atmalıyım ya da oldukları
yerde bırakmalıyım. Bu çalkantı artık sona ermeli.
-
Bunu da
biliyorum.
-
Ne yapabilirim o
zaman? Hayır! Ne yapabiliriz?
Biz bir şey yapamayız. Sen yapabilirsin. Benden
bir şey beklemek aptallık olur. En fazla yıldızları düşünmene yardımcı
olabilirim.
Karşı balkondaki
kadın şarkı söylemeyi bırakmış, çamaşır asmaya koyulmuştu. Onu fark etti.
Balkonun mozaik taşlarına oturmuş, taşlara öylece bakıyordu. Ne yapıyor
olabilirdi ki? Hiçbir fikri yoktu ama böyle bir şeyi ilk kez görüyordu,
seslendi ona:
-
Pisi pisi, gel
bakalım buraya, yalnız başına ne yapıyorsun orada?
Sercan Çoban
Sercan Çoban
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder