18 Nisan 2014 Cuma

Uzak



Otobüsten indiğinde tüm algısı kapalıydı. Düşünceleri donmuş, ayakları ezberlenen yolda ilerliyordu. Şehrin gürültüsünü belki bin kez dinlediği müzikle tıkayınca da artık ne bir şey görüyor ne de duyuyordu. İnsanların bir yerlere yetişmek için birbirine çarpması, trafik lambalarındaki korna sesleri, durakta otobüslerini bekleyen insanlar, sürekli bir şeylerin yarışı ve kazanma zorunluluğu içindeki olan kalabalık karınca sürüsü ve artık gözünde iyice çirkinleşmiş olan şehir, bunların hiçbirini algılamıyordu. Eskiden bu düşünceler yanardağ patlaması gibi beyninden fışkırarak ayaklarına kadar uzanıp bütün vücudunu sarardı. Şimdiyse kapalı algısı ve donmuş düşünceleriyle tek hissedebildiği; yürürken, adımını her attığında ağır botunun altında eriyen karın verdiği histen başka bir şey değildi.


Sokakla olan işi bittiğinde ki uzun süredir yalnızca durakla ve gideceği yer arasında yürünmesi gereken bir mesafeden başka bir şey değildi, üzerindeki karları temizledi ve içeri girdi. Montunu askıya asarken derinlerde bir hüzün hissetti. Neden olduğunu hiç düşünmedi bile. Olur olmadık her şeye hüzünlenen bir mizacı vardı zaten. Sırt çantasını bir kenara bıraktı ve üzerini değiştirmeden yatağa attı kendini. Eski alışkanlıktan olacak bir süre hareketsizce tavana baktı. Hiçbir şey düşünmüyor ve hiçbir şey hissetmiyordu. Bazı şeylerle yaşamasını öğrenmiş fakat bir türlü şu can sıkıntısından kurtulamamıştı. Can sıkıntısı içinde ne kadar hareketsizce tavana baktığını bilmeden kalktı yerinden, mutfağa gidip bir sigara yaktı. Dolabı açtı, son kullanma tarihi geçmemiş tek şey olan bira şişesini aldı. Öncelikle gidip bira kapaklarını biriktirdiği çekmeceden bir kapak çekmeliydi. Kapakların verdiği ağırlıktan çekmeceyi zorla açabildi, önce karıştırdı sonra bir kapak çekti. “Beş” yazısını okudu ve kapağı yerine koydu.  Küçük bir gülümsemeyle elindeki biranın kapağını çevirdi ve iç kısmana yeşil tükenmez bir kalemle “bir” yazıp kapakları biriktirdiği çekmeceye bıraktı. “Acaba beş bira içmek istiyor muyum?” diye sordu kendine. Fark etmiyordu. Hayatında değişkenlik gösteren nadir şeylerden biriydi bu oyunsa. İçeceği bira sayısını bu şekilde karar verip hayatını eğlenceli kılmaya çalışıyordu işte. Eğlenceli tarafı falan da yoktu aslında, asıl gülünç olan bazen dördüncü veya beşinci biradan sonra sayı yazmayı unutup çekmeceye attığı kapaklarla karşılaşınca oluyordu. Canı ne kadar bira içmek istese de o gün sayı yazılmamış kapakla karşılaşırsa bu “Hidayet bugün bira içemeyecek!” demekti.

İlk birasını yudumlarken ve sigarasını bir kavanoz kapağına söndürdükten sonra birden aklına birkaç ay önce kaybettiği annesi geldi. Annesinin ne zaman öldüğünü hatırlamak için zorladı kendini, aklına hiçbir şey gelmiyordu. Aklında net bir gün olmadığı gibi net bir ayda yoktu. İki ay önce miydi yoksa üç ay mı? Üç ay önce ise tam olarak hangi aydı acaba. Bu soruya da cevap verebilmesi için hangi ayı yaşadığını bilmesi gerekiyordu lakin onu da bilmiyordu. Kafasında bu sorulara cevap ararken yine garip bir şekilde hiçbir şey hissetmediğini fark etti. Ama hatırlamıştı. Hatırlıyorsa, özlüyor olmalıydı? Peki, özlüyor muydu? Hayır özlemiyordu. Hayatında onu sürekli seven tek kadın olan annesi öldüğü için en azından üzülüyor olması gerekirdi. Peki, üzülüyor muydu? Hayır, üzülmüyordu da. Annesini hatırlamıştı fakat bu hatırlayış ne bir anıyla, ne bir özlemle ne bir resim ne de buna benzer bir şeyle olmuştu. Sadece birden aklına anne kavramı gelmişti o kadar. Yine canı birden çok sıkılmıştı. Üstelik bu can sıkıntısının neden kaynaklandığını da bilmiyordu. Mutlak bir eksiklikten kaynaklanıyordu ama bu eksikliği bir türlü tanımlayamadığı için canının sıkıldığından pek de emin değildi.

Biran yine eskiye dönmekten korktu. Hiçbir anlamları olmayabilirdi. Her zaman da öyledir zaten. Kafasında bir sonuca ulaştırmaya çalıştırdığı şeylerin hiçbir zaman bir anlamı olmamıştır.  “Her şeyi çok önemsiyorsun, abartıyorsun. Bundan oluyor hepsi. Belki de her şeyin, hiçbir nedeni yoktur. Olması gerektiği için oluyordur.” diye geçirdi içinden. Yeterince denediğini düşündü yaşamayı, beceremiyordu işte. Hep merak edip dururdu zaten bunca insanın bu işi nasıl becerebildiğini. Yapamıyordu işte hiçbir şey yapamıyordu. Pek bir başarısı da olmamıştı henüz. Çabuk heyecanlanır, çabuk sıkılırdı. Kafasında bu uzun süren bu gelgitlerin sonunda anlıyordu artık. Gitmeliydi o hep. Yollarda olmalıydı. Üzerine insanların paspal diyebileceği en sevdiği kıyafetleri geçirdi, bir anda sokakta buluverdi kendini.

Sokakta yarı açık bilinciyle yürürken, bu koskoca evrende onun şu anda nerde ne yapmakta olduğunu bilen tek bir tanıdık canlının olmadığını fark etti. Tüm belleklerden uzak, tüm hatıralardan kopuk, kendi görüntüsünü çalmıştı insanların beyninden, güvendeydi. Başını kaldırıp buğulu ışığın gözlerini kamaştırmasına izin verdi, ciğerlerini huzurla doldurdu.

Hiç yorum yok: