Yıllar önce
Almanya’daki baldızım bir anısını anlatmıştı. İki yaşındaki çocuğu, banyo
yapmak istemediği için, onu zorla banyo yaptırmış. Elbette çocuk banyoda
kıyametleri koparıyor. Tam banyo faslı bitip çocuğu bornoza sardığında, kapı
çalınıyor. Kapıda iki polis! Hakkınızda şikayet var, çocuğunuza şiddet
uyguluyormuşsunuz, onu devlet korumasına almaya geldik diyorlar! Banyo yapıp
rahatlayan çocuk, artık tatlı tatlı gülümsemektedir. Neyse kadın banyoyu,
çocuğu gösteriyor, onlar da çocuğun vücuduna bakıyorlar falan.. Sonunda çocuğa
şiddet uygulanmadığına ve ihbarın asılsız olduğuna dair tutanak tutup
gidiyorlar. Bu örnek aslında, bir toplumun ve kurumlarının insanlarına ve
şiddete bakış açısını iyi fotoğraflayan bir olay. Elbette herkesin, devletin
güvencesinde olduğunu ve her bireyin kimsenin malı sayılamayacağını da
gösteriyor. Zaten orada şiddet gördüğü için, devlet korumasına alınan çok
sayıda bebek, çocuk ve kadın var. Elbette en önemli bölümünü, Türk ailelerin
bireyleri oluşturuyor!
İnce yapılı ve
minyon tipli olduğu için, belki 12 yaşında da olabilir. Ben 10 yaşında
zannediyorum. Çok sempatik bir erkek çocuğu. Elinde mendiller, gündüz
sokaklarda, geceleri meyhane, bar ve pavyonları en az gecenin birine kadar
dolaşıyor! Elbette bir çocuk için uygun ortamlar değil ve zaten bir çocuğun
böyle yaşatılması insanlık ayıbı! Elbette bütün kentlerimizde böyle yaşatılan
binlerce çocuk var. Sevimli olduğu için dikkatimi çekmişti. Her gördüğümde
bahşiş verip hatırını soruyor, başını okşuyorum… Merak ettiğim için, çevrede
soruşturdum. Babası uyuşturucu kullanıyormuş ve her gece elli lira getirmezse;
elindeki parayı alıp onu dövüyor ve sokağa atıyormuş!... Parası eksik olduğu
zaman, konsomatrisler kendi arasında toplayıp tamamlıyorlarmış; yani çocuk
dayak yemesin diye. Elbette böyle birkaç milyon örnek vardır ülkemizde. Yani
bir babanın ya da annenin çocuğuna şiddet ve kötü muamelede bulunması, doğal
hak sayılıyor. Hatta bir erkeğin, eşine şiddet uygulaması da.
Çorlu’da benim
kaldığım bir mahallede, özel rehabilitasyon merkezi vardı! Geçen ay taşınmışlar
veya kapanmış da olabilir. Binayı boşaltmışlar, ben de sonradan fark ettim. Bu
merkez, ileri derecede ruhsal engellilere bakım ve tedavi hizmeti veriyordu.
Ben de ruhsal engelli olduğum için, birkaç defa ziyaretlerine gittim.
Çalışanlardan kurumları ve hizmetleri konusunda bilgi aldım ve elbette hemşire
hanımlar bana çay da ikram ettiler… Bütün içtenliğimle, sağlık çalışanlarına
minnetlerimi sundum. Büyük bir özveriyle ve gerçekten muazzam bir sevgiyle ve
mesai saati bile gözetmeksizin o
insanlara hizmet veriyorlardı. Bu kurum; ağır engelli ve kimsesiz psikiyatri
hastalarına hizmet için kurulmuş bir kurumdu. Psikiyatri hastalarının öznel
durumlarından dolayı, bildiğimiz bakım ve huzurevleri çoğunca onlar için uygun
olmuyor. O yüzden bu kurum, önemli bir boşluğu dolduruyor. Maalesef –ve de
özellikle Özal’la başlayan süreçte sosyal devletin tabutuna artık son çiviler
de çakıldığı için, insanlarımızın önemli bir bölümünün hiçbir sosyal veya başka
güvencesi yok. Elbette bu özel kurum, hastanın sosyal güvencesinden veya
yakınlarının durumu iyiyse onlardan ücretini alıyor. Ancak güvencesiz veya
Yeşil Kartlı dediğimiz hastaların ücretini kaymakamlıktan talep ediyorlar.
Onlar da, sosyal hizmet fonlarından ödenek çıkartıyorlar. Sitemin işleyişi
böyle. Her ne kadar bazı kurul ve birimler varsa da, sonuçta yüksek meblağlar
kaymakam veya illerde vali ve vali yardımcılarının iki dudağı arasında oluyor.
Demokrasinin olmadığı ülkeler, maalesef böyle oluyor.
Hemşire hanım
bana yaşadığı bir olayı anlatmıştı: bir ihbar üzerine, şehir dışında izbe bir
kulübeye gidiyorlar. Elbette kapısı, penceresi bile yok. Üç kişilik bir aile
ama üçü de ileri derecede şizofren! Hiçbir tedavi ve ilaç hizmetleri de yok.
Çevredeki insanların getirdiği ekmeklerle besleniyorlar, kış soğuğunda orada
kalıyorlar. Hatta ısınmak için, tek yorganlarının yarısını yakmışlar ama evin
içinde de küller varmış; yani buldukları kağıt ve plastikleri de geceleri
yaktıkları anlaşılıyormuş. Elbette kendilerini de yakabilirler veya dumandan da
boğulabilirlerdi! Asıl sorun; tedavi ve ilaç almadıkları için kendilerine,
birbirlerine veya çevrelerine zarar verebilirler… Hiçbir sosyal güvenceleri
olmadığı için, hemşire hanım acilen kaymakamın huzuruna gidiyor ve durumun
vehametini anlatıyor. Yani acil ödenek çıkartmasını veya ödenek çıkartılma
taahhüdü verilmesini arz ediyor. Kaymakam beyefendi hazretleri soruyor: “Üç
kişi mi?” “Evet” diyor hemşire hanım. “Git sen hastalarına hizmet ver, Çorlu’da
bunlardan çok!” diyor. Birkaç yıl önce yaşamış genç hemşire bu olayı ama bana
anlatırken yine gözleri dolmuştu. Halen bu zihniyeti ve insanlara bakış açısını
anlayamamıştı. Oysa bunların konaklarındaki tuvalet kağıtlarına kadar her şey,
devlet ödeneğiyle ödeniyor diye isyanını ifade etmişti.
Evet, biz
engelli veya engelsiz sefiller o kadar çoğuz ki; devlet ne yapsın? Küçük
ülkelerin GSMH’sinden fazla parayla örtülü ödenekleri ancak idame ettirebilen
devletimiz; nasıl çıksın bu işin içinden? Burada hem egemen zihniyeti
(ideoloji) ve hem de insanlara bakış açısını görebiliyoruz. Burada söz konusu
olan; üç sefil engelli değil de bir karakolun veya adliyenin eksiği olsa ve
ödenek bulunmasa: o kaymakam, hemen çevredeki sermayedarları ve esnafı toplar;
vatan-millet için pamuk eller cebe! Demez mi? Der bence ve zaten çok
demişlerdir. Yıllar önce; Termespor Futbol Takımı için, kaymakam emriyle maaş
kesintisi yapıldı memurlardan. İtirazlarımıza yanıt veren bile olmadı. Veya
başka ülkedeki bilmem ne için cebri yardım adı altında çok paramız kesilmiştir
ama bizim ülkemizin sefilleri ve açları için, devlet ve mülki amir emriyle
cebri yardım uygulamasına hiç tanık olmadım.
Oysa herkes
ezberlemiş ve her söze başladıklarında: “insan merkezli ve insanı merkeze
alan…” diye cümle kurarak devam ederler. “Benim vatandaşım…”, “benim milletim”,
“benim bacım”… iyi de biz kimsenin kölesi değiliz ve bize de kimse efendilik,
sahiplik taslamasın! Lütfen saygı duymayı ve makamınız ne olursa olsun;
herkesin sizinle eşit ve kimsenin bir başkasından daha değersiz olmadığını
kabullenin artık. Oysa bir insan; karşısındakine ne kadar fazla saygı duyar ve
ona ne kadar fazla değer verirse, kendi değerini arttırmış olur. Nasıl
eşyaların fiyatını piyasa belirliyorsa; insanın değerini de, diğer insanlar
belirler. Öncelikle “sen” dilini terk
etmek, asla karşısındakini töhmet altında ve savunma durumunda bırakmadan ve
şiddetin dilini dışlayarak işe başlamak ve aksini yapanları nazikçe dikkate
almamakla başlayabiliriz, sevgi toplumunu oluşturmaya.
“Ananı da al
git!”, “getirin lan şu gavatı!”, “ben de sizin oranızı çeksem!”, “senin ananı,
avradını si…!”… elbette bunlardan onlarca küfrü ve daha fazlasını
ekleyebilirim. Ancak bu galiz küfürler; bu ülkede başbakan, bakan,
milletvekilleri, valiler, müsteşarlar ve saygın burjuvalar tarafından sarf
ediliyor ve artık süreklilik kazanmış durumda. Hadi münferit vakaları es
geçelim ama her gördüğüne yumruk, kafa ve uçan tekme atan ve her kızdığına
ana-avrat küfreden biri hala milletvekili ve geçen hafta hemşerileri de gelip
parlamentoda hakkında tezahürat yapıp, seninle gurur duyuyoruz demişse: bu
insanlar halen kendilerinin saygınlığını ve kendilerine saygı gösterilmesini
nasıl isteyebiliyorlar? Evet şiddet içselleşmiştir, toplumsallaşmıştır,
kurumsallaşmıştır, törenselleşmiştir, kutsanmıştır ama en önemlisi parlamenterleşmiştir
ve de devletselleşmiştir!... Bu artık kangrendir, kanserli bir urdur ve
beynimizin içindeki bu uru kesip atmadan; barışın ve huzurun toplumunu
oluşturamayız! Önce kendimizden başlayalım, ailemizden ve çevremizden
başlayalım ama unutmayalım: demokrasi sandık değildir ve zaten “sandık
demokrasisi” diye bir kavram da yoktur veya en azından Türkiye dışında…
Öyleyse; hayatımızın her seçiminde hoşgörülü ve sevginin dilini kullananları
seçelim. Bu zorbalardan, küfürbazlardan, egoist ve şiddet dolu kincilerden
demokrasi çıkmaz. Demokrasinin dili barış ve hoşgörüdür, saygıdır her şeyden
önce. Ailesinde, iş yaşamında, çevresinde demokrat olmayanlardan ancak ve ancak
dayatmacı dikta veya diktatörlük rejimleri çıkar. Elbette zamanı gelince
herkesin önüne bir sandık konulur ve elbette; açların önüne bir parça ekmek ve
yağlı bir kemik atılır… Bu literatürleri yeni giren; “Türk tipi demokrasi” dir!
Şiddetin egemen olduğu yerde demokrasi olmaz, sosyalizm de olmaz; dikta, baskı,
zorbalık, tiranlık, krallık, şeriat falan gibi geçmişte ve şimdi de bir sürü
örnekleri var. Bunlar olur veya yeni bir terim eklenebilir ama demokrasi veya
demokratik takılı bir yönetim biçimi olmaz.
Mehmet Baydan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder