1 Ağustos 2014 Cuma

İÇSELLEŞEN ŞİDDET VE NEFRET TOPLUMU-III



Yıllar önce Almanya’daki baldızım bir anısını anlatmıştı. İki yaşındaki çocuğu, banyo yapmak istemediği için, onu zorla banyo yaptırmış. Elbette çocuk banyoda kıyametleri koparıyor. Tam banyo faslı bitip çocuğu bornoza sardığında, kapı çalınıyor. Kapıda iki polis! Hakkınızda şikayet var, çocuğunuza şiddet uyguluyormuşsunuz, onu devlet korumasına almaya geldik diyorlar! Banyo yapıp rahatlayan çocuk, artık tatlı tatlı gülümsemektedir. Neyse kadın banyoyu, çocuğu gösteriyor, onlar da çocuğun vücuduna bakıyorlar falan.. Sonunda çocuğa şiddet uygulanmadığına ve ihbarın asılsız olduğuna dair tutanak tutup gidiyorlar. Bu örnek aslında, bir toplumun ve kurumlarının insanlarına ve şiddete bakış açısını iyi fotoğraflayan bir olay. Elbette herkesin, devletin güvencesinde olduğunu ve her bireyin kimsenin malı sayılamayacağını da gösteriyor. Zaten orada şiddet gördüğü için, devlet korumasına alınan çok sayıda bebek, çocuk ve kadın var. Elbette en önemli bölümünü, Türk ailelerin bireyleri oluşturuyor!


İnce yapılı ve minyon tipli olduğu için, belki 12 yaşında da olabilir. Ben 10 yaşında zannediyorum. Çok sempatik bir erkek çocuğu. Elinde mendiller, gündüz sokaklarda, geceleri meyhane, bar ve pavyonları en az gecenin birine kadar dolaşıyor! Elbette bir çocuk için uygun ortamlar değil ve zaten bir çocuğun böyle yaşatılması insanlık ayıbı! Elbette bütün kentlerimizde böyle yaşatılan binlerce çocuk var. Sevimli olduğu için dikkatimi çekmişti. Her gördüğümde bahşiş verip hatırını soruyor, başını okşuyorum… Merak ettiğim için, çevrede soruşturdum. Babası uyuşturucu kullanıyormuş ve her gece elli lira getirmezse; elindeki parayı alıp onu dövüyor ve sokağa atıyormuş!... Parası eksik olduğu zaman, konsomatrisler kendi arasında toplayıp tamamlıyorlarmış; yani çocuk dayak yemesin diye. Elbette böyle birkaç milyon örnek vardır ülkemizde. Yani bir babanın ya da annenin çocuğuna şiddet ve kötü muamelede bulunması, doğal hak sayılıyor. Hatta bir erkeğin, eşine şiddet uygulaması da.

Çorlu’da benim kaldığım bir mahallede, özel rehabilitasyon merkezi vardı! Geçen ay taşınmışlar veya kapanmış da olabilir. Binayı boşaltmışlar, ben de sonradan fark ettim. Bu merkez, ileri derecede ruhsal engellilere bakım ve tedavi hizmeti veriyordu. Ben de ruhsal engelli olduğum için, birkaç defa ziyaretlerine gittim. Çalışanlardan kurumları ve hizmetleri konusunda bilgi aldım ve elbette hemşire hanımlar bana çay da ikram ettiler… Bütün içtenliğimle, sağlık çalışanlarına minnetlerimi sundum. Büyük bir özveriyle ve gerçekten muazzam bir sevgiyle ve mesai saati bile gözetmeksizin  o insanlara hizmet veriyorlardı. Bu kurum; ağır engelli ve kimsesiz psikiyatri hastalarına hizmet için kurulmuş bir kurumdu. Psikiyatri hastalarının öznel durumlarından dolayı, bildiğimiz bakım ve huzurevleri çoğunca onlar için uygun olmuyor. O yüzden bu kurum, önemli bir boşluğu dolduruyor. Maalesef –ve de özellikle Özal’la başlayan süreçte sosyal devletin tabutuna artık son çiviler de çakıldığı için, insanlarımızın önemli bir bölümünün hiçbir sosyal veya başka güvencesi yok. Elbette bu özel kurum, hastanın sosyal güvencesinden veya yakınlarının durumu iyiyse onlardan ücretini alıyor. Ancak güvencesiz veya Yeşil Kartlı dediğimiz hastaların ücretini kaymakamlıktan talep ediyorlar. Onlar da, sosyal hizmet fonlarından ödenek çıkartıyorlar. Sitemin işleyişi böyle. Her ne kadar bazı kurul ve birimler varsa da, sonuçta yüksek meblağlar kaymakam veya illerde vali ve vali yardımcılarının iki dudağı arasında oluyor. Demokrasinin olmadığı ülkeler, maalesef böyle oluyor.

Hemşire hanım bana yaşadığı bir olayı anlatmıştı: bir ihbar üzerine, şehir dışında izbe bir kulübeye gidiyorlar. Elbette kapısı, penceresi bile yok. Üç kişilik bir aile ama üçü de ileri derecede şizofren! Hiçbir tedavi ve ilaç hizmetleri de yok. Çevredeki insanların getirdiği ekmeklerle besleniyorlar, kış soğuğunda orada kalıyorlar. Hatta ısınmak için, tek yorganlarının yarısını yakmışlar ama evin içinde de küller varmış; yani buldukları kağıt ve plastikleri de geceleri yaktıkları anlaşılıyormuş. Elbette kendilerini de yakabilirler veya dumandan da boğulabilirlerdi! Asıl sorun; tedavi ve ilaç almadıkları için kendilerine, birbirlerine veya çevrelerine zarar verebilirler… Hiçbir sosyal güvenceleri olmadığı için, hemşire hanım acilen kaymakamın huzuruna gidiyor ve durumun vehametini anlatıyor. Yani acil ödenek çıkartmasını veya ödenek çıkartılma taahhüdü verilmesini arz ediyor. Kaymakam beyefendi hazretleri soruyor: “Üç kişi mi?” “Evet” diyor hemşire hanım. “Git sen hastalarına hizmet ver, Çorlu’da bunlardan çok!” diyor. Birkaç yıl önce yaşamış genç hemşire bu olayı ama bana anlatırken yine gözleri dolmuştu. Halen bu zihniyeti ve insanlara bakış açısını anlayamamıştı. Oysa bunların konaklarındaki tuvalet kağıtlarına kadar her şey, devlet ödeneğiyle ödeniyor diye isyanını ifade etmişti.

Evet, biz engelli veya engelsiz sefiller o kadar çoğuz ki; devlet ne yapsın? Küçük ülkelerin GSMH’sinden fazla parayla örtülü ödenekleri ancak idame ettirebilen devletimiz; nasıl çıksın bu işin içinden? Burada hem egemen zihniyeti (ideoloji) ve hem de insanlara bakış açısını görebiliyoruz. Burada söz konusu olan; üç sefil engelli değil de bir karakolun veya adliyenin eksiği olsa ve ödenek bulunmasa: o kaymakam, hemen çevredeki sermayedarları ve esnafı toplar; vatan-millet için pamuk eller cebe! Demez mi? Der bence ve zaten çok demişlerdir. Yıllar önce; Termespor Futbol Takımı için, kaymakam emriyle maaş kesintisi yapıldı memurlardan. İtirazlarımıza yanıt veren bile olmadı. Veya başka ülkedeki bilmem ne için cebri yardım adı altında çok paramız kesilmiştir ama bizim ülkemizin sefilleri ve açları için, devlet ve mülki amir emriyle cebri yardım uygulamasına hiç tanık olmadım.

Oysa herkes ezberlemiş ve her söze başladıklarında: “insan merkezli ve insanı merkeze alan…” diye cümle kurarak devam ederler. “Benim vatandaşım…”, “benim milletim”, “benim bacım”… iyi de biz kimsenin kölesi değiliz ve bize de kimse efendilik, sahiplik taslamasın! Lütfen saygı duymayı ve makamınız ne olursa olsun; herkesin sizinle eşit ve kimsenin bir başkasından daha değersiz olmadığını kabullenin artık. Oysa bir insan; karşısındakine ne kadar fazla saygı duyar ve ona ne kadar fazla değer verirse, kendi değerini arttırmış olur. Nasıl eşyaların fiyatını piyasa belirliyorsa; insanın değerini de, diğer insanlar belirler.  Öncelikle “sen” dilini terk etmek, asla karşısındakini töhmet altında ve savunma durumunda bırakmadan ve şiddetin dilini dışlayarak işe başlamak ve aksini yapanları nazikçe dikkate almamakla başlayabiliriz, sevgi toplumunu oluşturmaya.

“Ananı da al git!”, “getirin lan şu gavatı!”, “ben de sizin oranızı çeksem!”, “senin ananı, avradını si…!”… elbette bunlardan onlarca küfrü ve daha fazlasını ekleyebilirim. Ancak bu galiz küfürler; bu ülkede başbakan, bakan, milletvekilleri, valiler, müsteşarlar ve saygın burjuvalar tarafından sarf ediliyor ve artık süreklilik kazanmış durumda. Hadi münferit vakaları es geçelim ama her gördüğüne yumruk, kafa ve uçan tekme atan ve her kızdığına ana-avrat küfreden biri hala milletvekili ve geçen hafta hemşerileri de gelip parlamentoda hakkında tezahürat yapıp, seninle gurur duyuyoruz demişse: bu insanlar halen kendilerinin saygınlığını ve kendilerine saygı gösterilmesini nasıl isteyebiliyorlar? Evet şiddet içselleşmiştir, toplumsallaşmıştır, kurumsallaşmıştır, törenselleşmiştir, kutsanmıştır ama en önemlisi parlamenterleşmiştir ve de devletselleşmiştir!... Bu artık kangrendir, kanserli bir urdur ve beynimizin içindeki bu uru kesip atmadan; barışın ve huzurun toplumunu oluşturamayız! Önce kendimizden başlayalım, ailemizden ve çevremizden başlayalım ama unutmayalım: demokrasi sandık değildir ve zaten “sandık demokrasisi” diye bir kavram da yoktur veya en azından Türkiye dışında… Öyleyse; hayatımızın her seçiminde hoşgörülü ve sevginin dilini kullananları seçelim. Bu zorbalardan, küfürbazlardan, egoist ve şiddet dolu kincilerden demokrasi çıkmaz. Demokrasinin dili barış ve hoşgörüdür, saygıdır her şeyden önce. Ailesinde, iş yaşamında, çevresinde demokrat olmayanlardan ancak ve ancak dayatmacı dikta veya diktatörlük rejimleri çıkar. Elbette zamanı gelince herkesin önüne bir sandık konulur ve elbette; açların önüne bir parça ekmek ve yağlı bir kemik atılır… Bu literatürleri yeni giren; “Türk tipi demokrasi” dir! Şiddetin egemen olduğu yerde demokrasi olmaz, sosyalizm de olmaz; dikta, baskı, zorbalık, tiranlık, krallık, şeriat falan gibi geçmişte ve şimdi de bir sürü örnekleri var. Bunlar olur veya yeni bir terim eklenebilir ama demokrasi veya demokratik takılı bir yönetim biçimi olmaz.

Mehmet Baydan

Hiç yorum yok: