31 Ağustos 2014 Pazar

KABUS


         Evin içinde ağır ağır, ürkek adımlarla yürüdüm. Çıt ses yoktu. Duvarlarda büyük, zengin tablolar vardı, pahalı çerçevelerle çevrelenmişlerdi, eşyalar da oldukça pahalı görünüyordu ve büyük bir evdi, çok büyüktü. Bakınarak odaları gezdim, bir labirenti andıracak kadar karmaşıktı ev. Viskilere gözüm ilişti birden, duraksadım. Nasılsa ev boş görünüyordu, içseydim  kim bilecekti, kaçıp giderdim sonra. Sonra birden, karnımda hissettiğim bir heyecanla gözlerim parladı, içmeyecektim. Şişeyi kaptım, ayaklarımın altındaki İran halısına boca ettim birden. Cebimden zippoyu çıkarıp attım içki döktüğüm yere, parlayıverdi mavi alev. Heyecanla inip kalkan göğsüm terlemişti. Gözlerim bir manyağınkiler gibi açıldı. Bir süre odayı veba gibi saran ateşe baktım. Sessiz, sinsi ve çok hızlı büyüdü, sardı odayı. Duvarda asılı duran televizyona gittim, elimdeki şişeyle ekranını kırdım. Kimin olduğunu bilmediğim bu eve zarar vermek, bana sapıkça bir haz veriyordu, kırdıkça, yangın çoğaldıkça heyecanım da büyüyor, haz duyuyordum.  Alevler iyiden iyiye artınca diğer odaya geçtim koşarak. Nefes alıp verişim iyiden iyiye artmıştı, kalbim bozuk bir motor gibi çalışıyordu, hissediyorum. Durdum, terlemiştim, ateşler çıtırtı yapıyordu uzaktaki odada. Fakat.. İleriki odada ses duydum birden. Koridorun sonundaki odada.. Ev boş değildi..


       Sese doğru  ilerledim, zira arkamdaki bölüm yanıyordu. Göğsümü tuttum, kaygı bozukluğum krize dönerse yığılıp kalır, yanardım. Sakinlemeye çalıştım kendimi biraz. Aralık kapıdan içeriye baktım; iki kadın, iki erkek televizyon seyrediyordu. En uzaktaki koltukta uzanarak televizyona bakan bir kadın daha vardı; gözlerimi kısıp dikkat kesilerek ona baktım, kalbim gırtlağıma geldi; aşık olduğum kadın! Ne işi vardı burada, sersem gibi daldım içeri, yangını ve evde yabancı olduğunu unutmuştum.
           -Ne arıyorsun burada?
      Bütün kafalar şaşkınlık ve korkudan açılan gözlerle bana döndü. Aşık olduğum kız –ne gariptir- hiç şaşırmadan baygın gözlerini yine televizyona devirdi bana baktıktan hemen sonra. Çattığım kaşlarımla içinde bulunduğum anlamsızlığa, ucundan da olsa bir mantık giydirmeye çalışıyordum, kafam bulanmıştı. En yakın yerde oturan orta yaşlı, mavi gömlekli erkek bana doğru hamle yaptı. Seri bir hareketle silahımı çıkarıp, gömlekliyi yakaladım boynundan ve kafasına silahı dayadım. Herkes endişeyle kalktı, koltuktaki yaşlı kadın korkudan titriyordu:     







  
 
          -Lütfen sakin olun, siz kimsiniz, gidin evimizden!
      Herkes  dehşete kapılmıştı. Aşık olduğum kadınsa televizyona bakıyordu hala kıçını devirdiği yerden! Evdekilerin iyi insanlar oldukları çok belliydi, ben de iyi biriydim aslında, ya da öyle sanıyordum. Kolumun altında rehin tuttuğum mavi gömlekli adamı itirdim aniden, karar alarak yapmadım bunu, bir refleks gibi.. Serbest bıraktığımı sanmış olacaklar, diğerlerinin yüzünde bir gülümseme olmak üzereydi ki, tam göğsüne tek el ateş ettim. Çığlıklar yükseldi. Göğsündeki iri delikten önce koyu renk kan süzülüp ipek gömleği buladı, sonra yere yığılmasıyla beraber, sonuna dek açılmış bir çeşme gibi pahalı halıya aktı. Diğer adamı da vurdum. Vurdukça çığlık sesleri azalıyor, çünkü insanlar da azalıyordu. Herkesi öldürecektim, bunun nedenini bilmiyor, hatta anlamlandıramadığım, beni korkutmaya başlayan bir haz alıyordum yine.
       Birden gözlerimi açtım. Tavanı izledim bir süre. Boynum terlemiş, sol yanağıma salyam akıp kalmıştı sakallarımın arasında, elimin tersiyle sildim. Uzun zamandır rüya görmüyordum. Daha da önemlisi bu tür rüyaları uzun süredir görmüyor, seviniyordum. Fazla düşünmedim yine de, film izledim dün, etkilenmiş olmam doğal. Belki de tekrar eski kız arkadaşımla konuşmaya başladığım içindir bu rüyalar.. İlla ki bir anlamı olması da gerekmiyordu, kalktım yataktan. Eskiye dönmekten korktuğum için önemsedim, rüya işte. Giyindim, masada duran silahımı da yanıma alıp sokağa çıktım.
      Hızlı hızlı ilerliyordum. O kadar uyumuşum ki, hava kararmak üzre. Üstelik sis de çökmüş,  etrafı görmenin imkanı yok. Ayakkabılarıma bakarak ilerliyorum. Her yer gri ve sokakta benden başka kimse yok. Durdum, bir sigara yakıp etrafa baktım. Alfred Hitchcock filmi gibiydi etraf. Boşu boşuna gerilmiştim, sis işte, yürümeyi sürdürdüm. Araba sesi, insan sesi, kuş sesi, hiç bir şey yoktu. Yalnız olmak beni neden böyle gerdi bilmiyorum fakat gerçekten garipti yalnızlığım. Sisin ilerisinden, tam karşımdan bir şeyin bana yaklaştığını işittim birden; tırnakların asfaltta çıkarttığı bu sesi iyi tanırım; bir köpek bana doğru yaklaşıyordu. Rahatlar gibi oldum biraz, adımlarımı yavaşlattım. Endişeliydim ancak nedenini çözemiyorum. Ellerim terlemişti. Tırnak sesleri yaklaştı; iri, toprak rengi, siyah burunlu bir kangal çıktı sisin içinden. Hiç bir şey demememe rağmen kuyruk sallayarak, dili dışarıda, gülümser gibi bana doğru geliyordu yavaş yavaş. Hayvanlar sevildiğini hissediyor. Nasıl anlıyorlar bilmiyorum ama hissediyorlar. İyice yaklaşınca durdum, yavaşlayarak, yüzüme gülümseyerek bana geldi, dizlerimin önünde durdu, kuyruğunu sallıyordu. Belimden silahımı çıkarttım, kafasına ateş ettim. “Miyk!” diye bir ses çıkarabildi, yığıldı. Silahın tok, metalik sesi –herhalde sokak bomboş olduğundan olacak- top patlamış gibi gibi yankılandı. Boş gözlerle ayağımın altında yığılmış olan kangala baktım. Kafasının tam üzerindeki iri delikten kan süzülerek yola aktı, büyüdü. Eğildim, kafasındaki delikten işaret parmağımı soktum, geri dönüp başım önde yürümeye başladım. Kafasından parmağımı geçirdiğim ölüyü, arkamda kan izleri bırakarak sürüklüyordum.
      Titreyerek uyanmış, ter içinde kalmıştım. Dirseklerimin üzerinde doğruldum, çalışma masamdaki yosunlu şaşal şişeyi kafama diktim. Tekrardan, yastığa bir külçe gibi saldım kafamı. Perdeden, incecik sızan güneş ışığı, odamı ortadan ikiye ayırmış gibi görünüyordu. Uyandığımı sanıp uyanamamış, üst üste berbat rüyalar görmüştüm. Hayatta en sevdiğim şey kangal benim ulan, eve giren bok sineklerini öldürmüyorum. Birlikte yaşıyoruz evde. Nasıl böyle rüya görüyorum ben? Yine başlamışlardı. İki sene önce bittiğini sandığım rüyalar başlamıştı. Yorgun uyanmıştım. Dün haberler bok gibiydi, polisin vurduğu şu çocuktaydı aklım uyumadan, belki ondandır. Gece eve dönerken de kokoreç yemiştim hem. Manyak olacak değilim ya, kokoreçtendir. 
      Kahvaltımı yapmış, duvarı izleyerek yarım paket sigara içmiştim. Damar gibi odamı saran sıva çatlaklarını en ince ayrıntısına kadar süzerken, hiçbir şey düşünmemiştim. Hiçbir şey düşünmemek, epey zordur. Her yiğidin yiyeceği bok değil. Ben yapabiliyordum. Ani düşünür, yavaş hareket ederim; kalktım yataktan, giyinip fırladım. Yürüyecektim.
      Yürümeyi seviyordum. İnsanın kafası toparlanıyor. Kafam hep dağınıktı, ara ara toparlayabiliyorum kısa sürelerde. Bunu daha uzuna yaymam gerek. Bir saat kadar yürüdüm, Burger King bahçesindeki masalarda mola verecek, bir sigara içip eve dönecektim sonra. Kimseler de yok şansıma. Uzakta bir tane köpek var, kahverengi, zayıfça bir av köpeği, sandalyeyi çekip oturdum. Sigarayı yakarken onu izliyordum, çağırmak için uzaktı, rüzgar da ters yönde, beni duyması zor. İki yan masada yarım hamburger, patates kızartması var, yememiş, bırakmışlardı. Onları köpeğe, görevli çöpe dökmeden evvel vermem lazım; kahverengi uzakta öylece durmuş boşluğa bakıyordu. Gözlerimi kısmış köpeği izlerken, üç küçük çocuk geldi, bir tanesi yalın ayak. En esmer ve aynı zamanda en küçük olan yarım hamburgeri aldı, hemen yedi. Uzun olan küçüğün kafasına vurup küfretti, ortancayı işaret edip; “neden vermedin ulan yarısını?” Dedi. Küçük hiç sesini çıkarmadı, suçluluk duyan bir ifade takınıp, iki yanağı dolu Uzun’a baktı. Sonra da öksürdü tıkanıp. Ortanca, kahverengiye çalan patates kızartmalarıyla, bardağın sonunda eriyen buzun etkisiyle sıcak şekerli suya dönüşen kolayı içti ses çıkartarak. Uzun’a baktım; kaşlarını çatmış, ciddi ve vakur bir ifadeyle, kardeşi olduğunu tahmin ettiğim bu iki küçük çocuğu, kendisi de aç olduğu halde, yeterli olmadığı için avladığı hayvanı yavrularına veren bir aslan edasıyla seyrediyordu. Kamburlaşmış, oturduğum yerde dişlerimi sıkmıştım. Dikkatimi, hamburgerci kapısından çıkıp, masalara gelmeye yeltenen, Çingene çocuklarını görünce duraksayan sarı saçlı, çiçekli taytlı kız ve göğsüne kadar açtığı gömleğine gözlüğünü takmış bir adam çekti. Durdular. Olan iki masayı, artmışları yiyen çocuklar, birini de sigara içen ben işgal ediyorduk. Adam hızla birkaç adım geri yürüdü, güneş gözlüklü, beyaz gömlekli görevliye –bu güvenlikti- bir şeyler söyledi. Elleriyle gözlüklerini kaldırıp masalara baktı adam, çocukları yeni fark etmişti. En küçük çocuk: “abi geliyo..” dedi. Abisi arkasını döndü, ifadesi hiç değişmemişti. Hızlı adımlarla, sinirle büzdüğü suratıyla geliyordu güvenlik. Ortancayla küçük, masada son kalanları da hızlı hızlı ağızlarına tıkıp kaçtılar. Uzun, onların kaçışını, güvenli bir mesafeye gidene dek seyretti. Sonra koşarak değil ama hızlı adımlarla arkalarından gitti. Masanın önünde durdu güvenlik, elleri belinde, ses çıkarmadan sadece dudaklarını kıpırdatarak küfretti. Sonra bana döndü, “kaç kere gelmeyin dedim piçlere, bi dahaki sefere yakalayacam ama.. Kusurlarına bakmayın..”  Dedi. Midem kasılmış, içmediğim sigaramın külü bacağıma düşmüştü. Kusurlarına mı bakmıyayım? Sarı kadınla kaslı adam gelip masaya oturdular, çocuklardan oluşan rahatsızlıkları geçmiş, mutlu görünüyorlardı. Onlar yemeklerini yerken, ben sıktığım yumruklarımla uyanmak istedim, uyanmadım.

Cem ALAN

Hiç yorum yok: