10 Ocak 2015 Cumartesi

BOĞAÇ HAN VE DEMOKRASİ BOĞASININ KUYRUĞU KOPARSA... Mehmet BAYDAN

BOĞAÇ HAN VE DEMOKRASİ BOĞASININ KUYRUĞU KOPARSA…
Galiba tartışmamız gereken asıl konu; irade, milli irade konusudur. Acaba bir milli irade var mıdır, varsa nasıl oluşur veya bu iradenin sahibi olunur mu? Aslında milli irade kavramı, daha çok modernizm öncesinin kavramıdır ve demokrasinin yerleştiği yerlerde; bu kavram yerini, “kamuoyu” kavramına bırakmıştır. Çünkü temelinde demokrasi öncesi krallık, sultanlık, hanedanlık, despotluk, diktatörlük gibi yönetim erkleri; halkın ve ülkenin sahibi olarak irade ve gücün sahibi ve de doğrudan kullanıcılarıdırlar. O yüzden de halk ve ülke adına her şeye karar verip yürütürlerdi. Yani bu yürütme kavramı da artık sorunlu oldu ülkemizde. Yani artık, “yürütme” denilince, ülke kaynak ve paralarını yürütmek, yani çalmak anlamı anlaşılıyor ama aslında, uygulama anlamında diyorum.
Artık demokratik ülkelerde bir “milli irade”den bahsedilemez. Çünkü kimse halkın (milletin), ülkenin sahibi falan değildir. Olsa olsa, yasama ve yürütme organı olarak halkın temsilcisi veya vekilidirler. Bu kavram ise; halkın veya özgür halkın olmadığı, öyle olduğu için de halk iradesinin olmadığı zamanlarda kullanılan ve elbette halkın “tebaa” yani tabii, kul ve sürü olduğu dönemlerin kavramıdır. Bu yüzden demokratik ülkelerde, “kamuoyu” kavramı esastır ve gerek iç ve gerekse de dış işlerinde önemli icraatlardan önce, iktidar sahipleri kamuoyu yoklaması yaptırarak, halkın genel eğilim ve düşüncelerini dikkate alırlar. Gerçi önceden, kamuoyu çoğunluğu farklı düşüncedeyse; medya bombardımanıyla halkın eğilim ve düşüncelerini değiştirerek veya algılarını değiştirerek, “ikna” ve eğitim adı altında halk desteği alırlar ve böylece işi kitabına uydururlar. Ancak dayatma ve milli irade adı altında, demokratik zorbalık yoluna gitmezler. Çünkü demokrasilerde dayatma, zorbalık, sahiplik ve halkın düşüncelerine ipotek koyma diye faşist cebir uygulanamaz. Yani kimse, kimsenin ve hele halkın ve de ülkenin sahibi olamaz; sahiplik ve köle ilişkileri zaten ilkel zamanların zihniyetidir. Bir hükümet iradesinden, bir ülke iradesinden, devlet iradesinden söz edilebilir ama günümüz uygarlığında, “milli irade” diye bir kavramdan ve hele böyle bir iradenin sahipliğinden söz edilemez. Yani bir örgüt veya hükümet; kendine oy verenlerin ve destekleyenlerin bile iradesinin sahibi değildir. Öyle olursa; bu bir despotluk ve diktatörlüktür! Burada halkın yüzde birlik bir bölümü de olsa; onlara karşı zorbalık ve baskı söz konusudur. Baskı uygulayan rejimlerinse; demokraside yeri olamaz.
Bir ülkede seçimlerin olması, onun demokratik olduğunu ya da mahkemelerin olması, adalet ve hukukun üstünlüğünün olduğunu göstermez. Tarih demokrasi içinde diktatörlük ve despotluk oluşturan sayısız örnekle doludur. Bir ülkede birileri yargılanamaz derecede ayrıcalıklı ve yargı birilerine hesap soramıyorsa, birileri hiç yargılanamıyor ve sorgulanamıyorsa –ki; hiçbir demokratik ülkede devlet başkanları ve krallar dahi sorgulanamaz ve yargılanamaz diye bir ayrıcalık yoktur ve hatta Amerikan başkanları bile makamında başsavcı tarafından sorgulanmıştır- hukuktan, hukukun üstünlüğünden, adaletten ve bir hukuk devletinden söz edemeyiz. Hele hele yasa yapma yetkisi olanların; kendi özlük ve ekonomik düzenlemelerini yapması ve kendileriyle ve hatta anayasal hak ve hukuk durumlarını düzenleme hakları, demokrasilerde olamaz. Bu tür yasalar, ancak bir plebisit veya referandum dediğimiz düzenlemelerle ve ancak; çok zorunlu hallerde ve bir defalığına yapılabilir. Oysa bu gün; 82 Anayasası dediğimiz, anayasanın bütün maddeleri defalarca değiştirilmiş ve sadece girişteki üç temel maddesi kalmışken; hangi anayasa değişikliğinden söz edildiğini anlamak olanaksız. Demek ki; üniter devlet lağvedilecek, laiklik ve sosyal hukuk devleti kavramları çıkartılacak. Çünkü başka değiştirilmemiş ve hatta defalarca değiştirilmemiş yasa yok. Ancak kendi yaptıkları yasalara ve yönetmeliklere uyan da yok ve aylık aynı yasa ve yönetmelikleri değiştirip düzenledikleri de vakayı adiyeden oldu. Bu durumda hangi hukuktan bahsedeceğiz? Ne yargıçlar, ne hukuk kurumları ve ne de avukatlar ne yapacağını ve neye göre karar vereceğini bilemez hale gelmişlerdir.
Basit bir örnek; ihale yasası veya yönetmeliği, sadece bu iktidar zamanında tam, yüz seksen küsür defa değiştirilmiş! Şimdi devlet kurumları ve yargıçlar, neye göre bu ihaleleri denetleyip karar verebilirler. Yine bir 12 Eylül Referandumu yapılarak, üst yargı düzenlendi. Elbette bu hükümetin savunduğu ve onların çabalarıyla… Peki, yasalaştıktan sonra hiç taktılar mı yasaları ve kaç defa daha müdahil olunduğunu ve referandumla yapılmış yasa ve yönetmeliklerin kaç defa değiştirildiğini hatırlayan var mı? Dokunulmazlık zırhı orada duruyor ve sürekli daha da yargı dışına çıkarılıyor ama bizzat mahkemelerin aksine karar verdiği hangi uygulamayı durdurdular? Hukuk baroları veya anayasa mahkemesi başkanını dahi kaç kez tehdit, hakaret ve meydan okunduğunu ve bizzat bunun başbakan ve cumhurbaşkanı tarafından yapıldığı bir ülkede, bırakın hukuku, guguk bile denilemez.
Daha tehlikeli ve kötü olansa; milli irade, sağlam irade, büyük lider, dünya lideri, yedirmeyiz, ya taraf ya bertaraf, paralel yapı, terörist, bölücü, haşhaşiler, inlerine gireceğiz, diz çöktüreceğiz, ezeceğiz, hainler, hazımsızlar… gibi ayrımcı, bölücü, şiddet ve zorbalık dolu sloganların bizzat devleti yöneten erkler ve yandaşlarınca her gün dayatılmasıdır! Bir ülkenin halkı her gün bölücü, ayrımcı ve tehdit edici ifadelerle her gün ve her saat tehdit edilirse; zaten bir iç ayrışma, bölünme, çatışma ve savaş başlamış demektir. Bu bizzat bu iktidar ve bu parlamento ve bu muhalefetin ahmaklığıyla oldu ve artık bir daha bu halk birleştirilemez noktaya getirildi. Kusura bakmasın kimse; bu ülkede demokrat yok. Bütün muhafazakarların, dincilerin ve de bütün halkın iradesi ve sahibi Tayyip ve her şeyi o bilir, karar verir, söyler, emir verir yapar ama muhalefet farklı mı? Laikleri ve Atatürkçüleri CHP sahiplenir, Türk milliyetçilerini MHP, Kürt milliyetçilerinin sahipliğini HDP ve bütün Kürtlerin sahipliğini Apo, komünistler ve sosyalistleri de onlarca örgüt sahiplenir. Yani herkes, birilerinin sahibi, çobanı, karar vericisi, kısaca Allah’ıdır, iradesidir… Bu kul sürülerinin, tebaanın iradesi, aklı yoktur ve onları güdecek çobanlar olmak zorundadır. İnsan kişiliğine, iradesine, düşüncesine ve halkın düşüncesine saygı duyan veya onların da bir fikri olabileceğini düşünen, soran, araştıran ve onların istekleri doğrultusunda politika geliştiren yoktur. Hatta halkın politika yapma yetkisi de yoktur. Bu ülkede politika yapmak ve düşündüklerini söylemek, ülke yönetimiyle ilgili öneriler sunmak da profesyonel politikacılara aittir. Yoksa Tayyip Efendi narayı basar; sıkıyorsa cübbeni çıkar da gel, sıkıyorsa milletvekili veya belediye başkan adayı ol falan diye. Öyle ya, kaç çocuk doğuracağımızı, onlara ne öğreteceğimizi, nasıl cinsel ilişkiye gireceğimizi, aile ilişkilerimizi nasıl düzenleyeceğimizi, kaç yaşında çocuklarımızı evlendireceğimizi, ahlak, din, namus, ekonomi, bilim, tarım, çaya kaç şeker atacağımızı… o bilir. Her şeyi bilir ve söyler, itiraz edeni de anında düdükletir, pardon tutuklatır veya kafasından nallatır…
Bir ülkede plansızlık, programsızlık, hukuksuzluk, zorbalık, diktatörlük yerleşiyorsa; o ülkede muhalefet olmadığı ya da muhalif gözüken örgüt ve kişilerin ahmak olduğu gerçeğini kabullenmek zorunludur! Çünkü farkında olamamak, sadece ahmaklığın temel göstergesidir. Şimdi bir plansız, programsız, keyfi ve zorba bir iktidarın karşısında; alternatif program sunabilen, projesi olan, demokrat, halkçı bir iktidar var mı? Bu ülkede tam 13 yıldır, her gün Tayyip ve şürekâsı bir suni gündem yaratıyor ve bütün muhalefet ve muhalif gözükenler onu tartışıyor ama her gün bunlar bir saçmalık üretiyor zaten. Biri de kalkıp; ya bırak zırvalamayı da, sadede gelelim, bu ülkenin gerçek sorunları ve gündemi bu diyemiyor. Sadece son cumhurbaşkanlığı seçim garabeti bile, bu düzenin ahmaklığını anlamamıza yeterlidir sanırım. Evveliyatından beri CHP, ortanın sağına karşı daha liberal sağcı ve burjuva partisi olarak; Tayyip’e karşı da daha dinci olarak iktidar olabileceğini zannediyor. Onun için, Tayyip’ten daha dinci bir aday bulmayı başardı ve muazzam bir slogan üretti: “EKMEK İÇİN EKMELEDDİN”! Evet, CHP plan ve proje üretiminde, yüzyılımızın en büyük devrimini yaratmıştır. Peh, peh, peh…
MHP’den hiç bahsetmeyeceğim. Madem ortak aday çıkaracağız, akıllı bir iş yapalım veya ne lan bu slogan diye ürettiğiniz saçmalık diyebilirlerdi. HDP, ayrı bir terane. İki benzerin dışında, bir farklı ve hepsi üç adayın olduğu bir ortamda; % DOKUZ BUÇUK, almayı başarı saymak ve zil takıp oynamak ve de genel seçimlerde barajı aşabileceğine yormak… Ne desem hani, hayalin bile gerçeklikle bir bağı olmalı. Uçuk hayaller diyeceğim ama o bile denemez. Olsa olsa, şizofrenik bir yanılsama denebilir. Mantıken CHP’nin iktidar olmayı ve bu ülkeyi yönetme becerisi gösterebileceğine inanması bile, bu kadar gerçek dışı bir yanılsama değil ve hem, CHP, MHP’ye güveniyor. Yani bir koalisyon hükümeti kurmak ve ciddi işleri MHP’nin üstüne yıkarak işi götürebileceğini düşünüyor. Hem Amerikalı ve AB’den akıl hocaları, iktidar sırasının CHP’ye geldiğini ve AKP’den desteklerini çekecekleri telkinleriyle bunları inandırmışlar. Yani bu durumda, en azından; HDP’den daha gerçekçiler. Zaten CHP demek, umut demektir, sabır demektir, inatla emperyalizmin kendisine görev vermesini beklemektir. Bırakın yüzyılı, bin yıl geçse ve hatta her seçimde baraj altında kalsalar bile, ısrarla her seçime girerler. Bunu CHP’li olmayan bilemez. Elbette CHP’li bir aileden gelen ve eski CHP’li olan ben bilirim bu zihniyeti.
Bir yapının içinde olmak ve ona engel olamamak; o yapıya destek olmak ve sürmesine yardım etmek ve sorumluluğa ortak olmak değil midir? Dede Korkut hikayelerinde anlatılan, Boğaç Han öyküsüne dönmek gerek. Daha 14-15 yaşlarında çocuk delikanlı ama çılgın da. Çıkıyor azgın boğanın karşısına, vuruyor yumruğu alnına ama boğa ondan güçlü ve onu sürükleyip duruyor. Düşse, ezilecek boğanın ayakları altında. Hemen düşünüyor ve hızlı bir durum çözümlemesi yapıyor. Bakın ilginçliğe, 50-60 yaşındaki CHP akil kadrolarının hiç yapmadığı bir şeyi yapıyor ve inatla boğayla cebelleşmenin, kendisi için feci olacağını kavrıyor. Yani durum farkındalığı, düşünme, çözümleme, aklını kullanma… “Viran bir yapıya destek olursan, hep ayakta kalır. Desteği çekersen, yıkılır” diye bildiğinden, hemen yumruğunu boğanın alnından çekip kendini kenara atıyor. O tonluk azgın boğa, bu manevrayı beklemediği için sersemleyip yere yıkılıyor! O çocuk, boğayı aklıyla yeniyor. Koskoca bir azgın boğanın, insan gücüyle yenilmesi olanaksızdır çünkü. Ona Boğaç Han, adını veriyorlar ve büyüyünce Türklerin büyük hakanı oluyor. Çünkü insanlar onun cesaretini ve pratik aklını görmüşlerdir. Yani bizim CHP akilleri gibi, pratik aklını kullanmasa; boğanın altında ezilecek, ya ölecek ya da sakat kalacaktı.
Yani boykot, grev, sine-i millete dönmek gibi seçenekler meşru demokratik yöntemlerdir. Şayet sürekli baskı altında kalıyorsan, demokrasi, hukuk ayaklar altına alınıyorsa; o yapıyı boykot etmek demokratik bir haktır ve bu tavrı gösterenler, alınan kararlardan sorumlu olmazlar. Şimdi bu durumdan, hiçbir muhalefet örgütü kurtulamaz. Bir defa seçimler yargının yerine geçme, oy oranları halkın iradesini ipotek altına alma ve her şeyi belirleme yetkisi vermez. Bunu kırmak ve değiştirmek muhalefetin görevidir. Engel olamıyorsa, demokratik protesto ve boykot hakkını işletmek sorumluluğudur. Zaten şimdiye kadar, seçim sisteminin de tamamen iktidarın kontrolünde olduğu ve antidemokratik bir yandaşlığın içinde olduğu ortadayken ve hukuk sisteminin de çöktüğü, bütün devlet kurumlarının lağvedildiği bir ortamda, sürekli seçimlere girmek ve seçimlerle iktidarın değişeceğine inanmak ahmaklığın ötesinde; bu düzeni meşrulaştırmak, ona dayanak ve destek olmaktan başka bir şey ifade etmez. Bu yüzden, muhalefette bu durumdan sorumlu ve ortaktır. Boğanın karşısına çıkıp yumruğu alnına koyma cesareti gösteriyorlar ama maalesef, güçlü boğanın ayakları altında eziliyorlar ve yine ezilecekler… Çünkü, 15 yaşındaki delikanlının aklı yok bunlarda ya da akıllarını işletemiyorlar.
İktidar, seçim atmosferine girdiğimizden beri, bütün bakanları ve başbakanlarıyla sürekli olarak; “biz iktidardan düşersek, bunlar üç ay sonra maaşları bile ödeyemezler!” diyorlar. Bu durumu bile lehine çevirmekten aciz bir muhalefetle karşı karşıyayız. “Bunlar ülkeyi mahvettiler, bu çöküntüden, enkazdan bu ülkeyi biz kurtaracağız ve programımız bu” diyemiyorlar. Çünkü yok. Geçen ay bir gazetede okudum. CHP’nin bir kadın ekonomisti varmış ve iktidar olunca –ki; iktidar olsalar da muktedir olamazlar ya- ekonomi bakanı olacakmış. “AKP ekonomik program ve uygulamaları çok iyi” demiş. Yani kaynak biriktirememiş ve aksine bütün kaynakları yok etmiş, tarım ve hayvancılık çökmüş, insan unsurunu bitirmiş, bilim ve teknoloji üretmeyen ve sürekli borçlanarak ve de sıcak parayla ekonomiyi soğutan, bilim ve teknoloji üretmeyen, yazılımda hiç olmayan, ithalata, özellikle sürekli teknoloji ithalatına bağlı ama ihracatı da ithalata bağlı, ithal ikameci, sanayi hammaddesi üretmeyen, bor rezervlerini bile cehver zenginleştirme işleminden geçiremeyen, fındık borsası Almanların, otomobil fabrikaları yabancıların elinde olan ve halen cari açığı hiç kapatamamış, iç ve dış borçları çevrilemez noktaya gelmiş, tasarruf yapamayan, gelir dağılımı uçurum olmuş ve artık kaynak yaratma olanağı kalmamış bir ekonomiyi, CHP’nin en iyi ekonomi uzmanı beğeniyorsa; demek ki, onların da çözüm getirecek veya durumu değiştirecek bir plan-projeleri yok demektir! Belki yolsuzlukları, kayırmacılığı, keyfiliği önleyeceklerdir ama aynı düzeni devam ettirecekleri, özünde aynı oldukları kesin. Zaten aynı günlerde, Kılıçdaroğlu da; “iktidara gelince, sosyal fonlara daha fazla kaynak ayıracaklarını” söylüyor. İyi de kaynak nerede? Zaten seçim dönemi olmasına karşın, hükümet kömür ve bulgur dağıtmak için kaynak bulmakta zorlanıyor ama kömür ve bulgur dağıtarak mı, yoksullukla mücadele edilecek? Ee, o zaman değişen ne? Gelir dağılımı adaletini sağlamak, üretimi arttırmak, sanayi üretimini ithalata bağımlı olmaktan kurtarmak, tarım üretimini arttırmak, işsizliği azaltmak gibi kalıcı çözümler üretmek gerekmiyor mu? Tamam, bu iktidar yapısal denince, halkı yapmak anlıyor ama muhalefet ne anlıyor acaba?
Yani gerçekten iktidar hedefi olan bir muhalefet, şu durumda hiçbir üretim ve uzmanlığı olmadan, devletin sırtına kapağı atmış ve bütün idari kadrolar ve müsteşarlıklara çöreklenmiş; en az beş yüz bin imam ve ilahiyatçıyı ne yapacağını hesaplamaz mı? Sadece üfleyerek ve her elli metreye bir cami ve her camiye en az, iki din görevlisi, her sokağa bir Kuran Kursu konduran, her müftülüğe yirmiden fazla personel dolduran ve bütün personelini düzenli olarak yurtiçi ve dışı seyahatlerde Evliya Çelebi gibi dolaştıran ve de bu nedenle, en büyük bütçelerden birine sahip olan; DİYANET için, hangi çözümü düşünüyor örneğin? Bu eğitimin, sağlık sisteminin ve diğer kurumların kokuşmuşluğuna ve perişanlığına nasıl bir çözüm düşünüyorlar? Yani iktidar hedefleri varsa, bir planları olması gerekmiyor mu? Bu YÖK’ün, TÜBİTAK’ın, üniversitelerin, eğitim fakültelerinin rezilliğine nasıl bir çözüm bulunacak? Yoksa onlar da, kreşlerden başlayarak din eğitimine ve bütün okulların medreseleşmesine devam ederek mi, uygar Türkiye’yi kuracaklar? Gerçi kendilerine sorsak; biz hepsini düşündük ve çözüm planımız hazır diyeceklerdir elbet. Görelim şu plan ve projelerinizi desek; hemen elimize iri iri ve renkli, beş sayfalık bir seçim vaadi kitapçığı tutuştururlar ama oku da gel diye yüzümüze sırıtmayı da unutmazlar.
Bu ülkede herkes kendini süper bir şekilde ciddiye alıyor ve herkes kendine müthiş inanıyor… Elbette herkesin koltuk stratejisi belli ve o konuda ölümüne mücadele verecekleri ve verdikleri de kesin. Bakınız bu ülkede Kılıçdaroğlu; hukuku, partisi içinde genel kurul isteyenlere hatırlattı ilk kez! Yine, genel kurulda, parti içi muhalefete karşı ilk kez, masaya yumruğunu vurdu. Parti içindeki muhalefeti bastırmak, muhalifleri ihraç etmek için, en yoğun ve ölümüne mücadele etti ve etmeye devam ediyor. Şu an partisinde üç milletvekili de kalsa, barajı da geçemese; koltuğunu korumak onun için hayati sorundur. Şu yanlış anlaşılmasın, meclis dışındaki tüm siyasi partiler ve de bütün örgütlerde durum aynı. Bu ülkeden demokrasi çıkmaz, demokrasi bize uymaz. İnanın uluslaşmak için bile, en az yüzyıl daha lazım bize ama uygarlaşmak içinse; belki beş yüzyıl gerekebilir!
Bye bye demokrasi, hukuk, barış, adalet, huzur, eşitlik, insanlık, ahlak, onur, namus… bye bye. Pardon, “Allah’ın selameti üzerinize olsun, İnşaalah, Maaşallah” demeliydik. Selamın Aleyküm Türkiye…
                                                         Mehmet BAYDAN
                                                          09.01.15

Hiç yorum yok: