KANAT KIRIĞI
SERPİL
Bilmediğim öyküleri yazamam
demiştim ama her zaman sözcükler anlatmaz ki; bir insanın hikayesini. Zaten ben
şairsem; okuyabilmeliydim, mahmur gözlerin anlattıklarını. Öykünün kendisi
anlatıysa, bir yerden sonra yazarın anlatısı olur ki. Öykünün yazarı ile
kahramanı ve anlatan-anlatılan aynı kişi olmaz mı? Çünkü duygular ve empati
olmazsa; edebiyat çıkmaz ortaya. Felsefe olur, psikoloji, tarih veya başka bir
bilimsel tür çıkar ortaya.
Hayatının şiirini yazmamı
istemişti benden. Bence şiir ve öykü bir yerde aynıdır ve bazen bir roman da
bir şiirle örülür. Sözcüklerle oynamaya başladığınızda ve duygular çok
güçleniyorsa; türler arasında bir ayrım kalmaz veya birbirine geçip durur
türler. Şiir romana kayar, roman şiirleşir veya bir deneme başlı başına bir
şiir olabilir… Edebiyat duygu ve düşünce işidir, o yüzden bilimsel bir tür gibi
bir şablon koyamazsın, keskin hatları ve sınırlı söylemleri olmaz.
Bir arkadaşım anlatmıştı:
Belediye otobüsünün ışıklı tabelasında; “57. Topçu Alayı’na gider” yazıyormuş. Ama
57. Topçu, üstte, alayına gider altta yazıyormuş. Şoför gece hinlik düşünmüş,
üstteki ışıkları söndürmüş ve tabelada sadece, “Alayına gider” yazısı kalmış.
Gece İzmir sokaklarında, “ALAYINA GİDER” diye dolaşan bir belediye otobüsü
yani. Sonra bir trafik ekibi fark ediyor ve durduruyor otobüsü! “Ne lan bu
soytarı?” diyor! Tabii şoför, bilinçsiz yapmış gibi iniyor otobüsten, tabelaya
bakıyor; “abi yanlışlık olmuş” deyip geçiyor direksiyona ve tabelanın üst
ışıklarını da yakıyor. Yani tam hinmiş ki, olayı bağlıyor.
Edebiyat böyle bir şeydir, kesin
bir menzili yoktur, “ALAYINA GİDER”. Sürekli gider ve istikametini okur
belirler. İlk başta direksiyonda yazar vardır ama yola çıkılınca, her yolcu
nöbetleşe direksiyona geçmeye başlar. Biri 57. Alaya gider ama bir başkası 88.
Alaya gider ama sürekli gider ve alayına gider.
Öyküye dönmek istiyorum ama onu
mu yazacağım, yoksa kendimi mi diye kafa yormama gerek yok ama bunun bir önemi
de yok zaten. İnsansak; duygularımız, düşüncelerimiz, hayatlarımız bir yerlerde
kesişiyor ve bir yerlerde ayrılıyor ama nerede benzeşiriz, nerede ayrışırız;
bunu felsefe bile tespit edemez bence. Loş ışıkların, sigara dumanlarının,
sürekli tekrar eden acılı arabesk ve halk türkülerinin insanı efkardan efkara
sürüklediği bir meyhane… Kimi garson, kimi konsomatris ve sürekli gözlerinde
çöreklenmiş acıya inat, sahte kahkahalar atan ve masaların arasında fırıl fırıl
dönen kadınlar… Bende bu loş ışıkların altındaki efkar ve bu kadınların
bakışlarındaki acı, yeterince melankoli oluşturuyor. Biramı yudumlamaya
başladığımda, dizeler dökülmeye başlıyor kendiliğinden. Son iki yılda yazdığım
bütün şiirleri bu meyhanelerde yazmışımdır. Önceleri insanlar yadırgıyordu ama
artık alışıyorlar. Tamamen kendinden geçmiş ve buraya hiç ait olmayan biri ve
önünde kağıt kalem, habire yazan bir deli… Ama artık alıştılar, şair diyorlar
bana. Önceden hocam derlerdi.
Özellikle konsomatris ve kadın
garsonlar yazdıklarımı merak ediyorlar. Bazen gelip soruyorlar. Bazen kısa
şiirlerden yazıp, imzalayıp veriyorum onlara, hoşlarına gidiyor önemsenmek ve
para dışında bir hediye almak. Bazen yazdıklarımı okuyorum, beğenenler oluyor.
Bazen anlamıyorlar ve tuhaf tuhaf bakıp ama yine de güzel olmuş diyorlar.
Bazıları kendilerine şiir yazmamı istiyor. Bende hemen 3-4 dize yazıp, iyi
dilekler ekleyip veriyorum. Dün gece geldi yanıma, kendi şiirini yazmamı
istedi. Yazmam için, seni tanımam lazım dedim. Adı –ki; büyük olasılık kod
adıdır-; Serpil’di. Çanakkaleli ve 34 yaşındaydı. Boşanmıştı ve kafasının
derisiyle yüzülür gibi, koparılıp alınmıştı iki uzun saç örgüsü kızları ondan. Elbet
müşteriler vardı, kons yapmak zorundaydı ve her konstan on lira kalırdı ona.
Bazı geceler yüz kazanırdı ama on lirada kaldığı da olurdu. Ben evde hayatımı
yazar, sana getiririm dedi. Müsaade isteyip gitti. Müşteri çağırıyordu, param
olsa iki kons ısmarlar dinlerdim ama zaten içtiğim bira da mekana veresiyeydi
hani. Gitti Serpil ve zaten öykünün gerisini dinlememe gerek yoktu. Bütün
ezilenlerin hayatı birbirine benzemiyor mu zaten?
* * *
Bu hayat değirmeninin oluğuna
yuvarlandın bir kez Serpil. Bir dane ne kadar direnebilir, bu silindir taşlara?
Bırakır mı zannedersin, seni eze eze un ufak etmeden? Sonra doldururlar çuvala,
çiğneyip yoğururlar ve sürerler fırına… Bir lokmada indirir bir pezevengin biri
mideye ve karışırsın onun zehirli kanına ama daha kötüsü de vardır, ezmezler de
parçalarlar Serpil. Bu hayatta hiç hayır nasip olmaz bize, hep beterin beteri
vardır!
Bu hayat çok tuhaf, kaderimizi
yazan; kurban yazmış, av yazmış, kan yazmış ama kanla yazmış, bir lokma et, bir
parça ekmek yazmış… Acı yazmış, keder, hasret, ızdırap, elem, ayrılık yazmış
ama aşk yazmamış, kavuşma yazmamış… gurbet yazmış ama sıla yazmamış; kopuş
yazmış ama kök yazmamış… Kaderini yaprak yazmış yaradan SERPİL; ve bütün fırtınaları
üstüne salmış! Fırtınalar daha baharında filizken dalından koparıp almış. Bir
kez koptun ya, tutunamazsın bir daha, savrulup duracaksın bu fırtınalarla… her
taşa, her kayaya, her duvara çarpa çarpa sürükleyecek seni bu fırtınalar… Kader
bu SERPİL; kadere karşı gelinmez ama gelsen ne olur hani? Bir yaprak, fırtınaya
ne kadar direnebilir ki? Öyle savrulacaksın ki; her bir parçan ayrı bir
coğrafyanın toprağına karışacak ve bir yarasa gibi; kendi tiz çığlığını senden
başkası duymayacak!...
Ben acının şairiyim SERPİL; acıyı
yazarım ve her insanın acısını kendi yüreğime burgu yaparım. Sizin
çığlıklarınızla ben; ağır ağır sadece kendi yüreğimi oyarım. Upuzun tünellerden
başka bir şey yok benim yüreğimde ve o tünellerden hepinizin acıları geçer.
Bütün çocukların, bütün kadınların, bütün insanlığın acıları, kervanlarla benim
yüreğimin tünellerinden geçer. Ben acının şairiyim SERPİL, ezilenlerin, altta
kalanların, parçalanmış hayatların şairiyim… özür dilerim, yazamıyorum mutlu
hayatları ve sana gelincikleri, kelebekleri ve senin gibi uzun, ince
papatyaları yazmak isterdim ve elbet meltemleri estirirdim beyaz tacında ama
yapamıyorum işte; affet beni SERPİL, senin şiirini yazamıyorum. Şiirlerin
tılsımlı fısıltısı ŞAİREM, saflığın en güzel PAPATYASI derdim ama diyemiyorum
işte… Affet beni ama suçlusun sen!
Suçlusun sen; o şuh kahkahaları
patlatırken; ben senin içine kıvrım kıvrım çöreklenmiş acıyı gördüm. Onu bana
göstermemeliydin. Çıkarıp sarsam dünyanın etrafına hani, en az yedi kere tavaf
eder ekvatoru içinde kıvrılmış yatan acı. Çarpsak hani kırk bin kilometreyle;
tam İKİ YÜZ SEKSEN BİN KİLOMETRE EDER senin içindeki acın. Dikerken o bira
kadehini, gözlerine oturmuş acının mahmurluğunu, kederin umutsuzluğunu
göstermeyecektin. Nasıl şiir yazabilirim ben sana?
Her kadehte, içindeki acının elli
milimetresini uyuşturabiliyorsun SERPİL;
Bir milyon yıl hiç durmadan içsen
SERPİL;
Ancak kuyruğunu uyuşturabilirsin
bu yılanın SERPİL!
Sana ancak böyle şiirler
yazabilirim ÇANAKKALELİ SERPİL ve Çanakkale’nin yaşadığı acıların hepsinden
fazlasını yaşadın sen! Nasıl sana gelecek güzel ve mutlu günler şiiri
yazabilirim? Ben zaten acının şairiyim ve ancak senin acılarını, parçalanan
etlerini yazabilirim. Ve zaten her şiir umut vaat etmez ve her öykünün sonu da
mutlu bitmez… Yalan söylemem ama söyleyecek olsam da; sana ancak bir kadeh
mutluluk yazabilirim. Onu da sabah aç karnına içersen, on dakika mutlu eder
seni ve işte o kadar! Dürüstüm, gerçekçiyim, olduğum gibiyim… Yani ne havari,
ne aziz, ne ermiş, ne peygamber ve ne de göt verenim… Ben acının şairi ve
ezilen insanların acısıyım çünkü.
Affet beni, sana şiir yazamam ya
da aşkın ve umudun şiirini hani. Sizin oraların türküsünü söyleyebilirim hani.
“Çanakkale içinde vurdular beni/ ölmeden de mezara koydular beni/ of gençliğim eyvah!”
Ne yapayım SERPİL, seni düşününce; “Ada vapuru yandan çarklı/ bayraklar
donanmış cafcaflı/ şinanay da şinanay” diyemiyorum. “Sevda kuşun kanadında”
diyebilirim ya da “seviyorum seni/ geceleyin uykudan uyanarak, ağzımı musluğa
dayayıp su içer gibi/ ekmeği tuza banıp yer gibi/yavru bir ceylan su içer
gibi…/ sen aklıma düşünce/gül dikiyorum ellerimin değdiği yere/ ve atlara su
veriyorum…” Bu şarkıyı tereddütsüz söyleyebilirim ve senin için söyleyebilirim
bir ömür ama bizim yaşadığımız ömür değil be SERPİL! Bu hayat değil, bu
insanlık değil, bu ahlaksız, pervasız, merhametini ve onurunu kaybetmiş dünyada
bize Süleyman’ın kanatlı atları lazım galiba ya da büyük kanatlar… gerçi benim
büyük kanatlarım vardı ama bu zalim avcılar birini kırdı!
Kanat kırığı iyileşmiyor be
SERPİL, sürünüp duruyorum yerlerde. Sen de, “kanadı kırık bir kuşsun,
yorulmuşsun”. Kanadının biri sağlam mı, minik serçe? İki kanadı olunca istediği
yere, istediği kadar uçabilir her serçe. Al benim sağlam kanadımı, birleştir
onları ve uç git buralardan, bu acımasız dünyadan! Hatta hiç inme yere ve
gökyüzünde bulutların içinde yaşa…
Hadi uç artık SERÇE, seni ancak
kanatların kurtarabilir. Bütün gökyüzü senin… Kaç artık bu çakalların, sırtlanların,
akbabaların dünyasından. Uyuşturma artık, o içindeki yılanın; kopar at
kafasını! Hafifle, hafifle, hafifle… Hafiflet kendini ve boşluğa bırak, korkma;
uçabilirsin. Bir kez çırptın mı o kanatlarını, hep uçacaksın… bütün mavi
gökyüzü senin…
Kanatlarını çırpmalısın, yoksa
betona çakılırsın! Pezevenkler bayılır, beyaz ete. Daha canın çıkmadan çiğ çiğ
yerler parçalanmış lokmalarını ve kocaman dilleriyle yalarlar yerdeki
kanlarını… Bu dünya böyle, bu düzen böyle SERPİL, mahmur gözlü serçem… Ben yazsaydım bu dünyanın kitabını, böyle
olmazdı bu düzen ve elbet ben de acının şairi olmazdım… Av ve avcı yazmazdım
kimsenin kaderine ve kırmazdı kimse kimsenin kanadını… Ben yaratsaydım bu
dünyayı, zaten bütün kadın ve kelebeklere çelikten kanatlar takardım…
Artık kanatlarını çırpmalısın, artık gökyüzünde yaşamalısın… Hem sen
uçarsan; ben artık acıları yazmam, yüreğimin tünellerinden mutluluğun ve umudun
kervanları geçer, şen şarkılarıyla… O zaman hep göğe bakarım ve mavi gökyüzünde
kanat çırpan kuşların şiirlerini yazarım.
Uç artık SERPİL; kanatlarına
umudu ve aşkı yazmak istiyorum. Beni düşünme; ben uçan her kuşun kanatlarındayım…
Mehmet BAYDAN
14.02.2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder