15 Şubat 2015 Pazar

KANAT KIRIĞI SERPİL Mehmet BAYDAN

                                  KANAT KIRIĞI SERPİL         
Bilmediğim öyküleri yazamam demiştim ama her zaman sözcükler anlatmaz ki; bir insanın hikayesini. Zaten ben şairsem; okuyabilmeliydim, mahmur gözlerin anlattıklarını. Öykünün kendisi anlatıysa, bir yerden sonra yazarın anlatısı olur ki. Öykünün yazarı ile kahramanı ve anlatan-anlatılan aynı kişi olmaz mı? Çünkü duygular ve empati olmazsa; edebiyat çıkmaz ortaya. Felsefe olur, psikoloji, tarih veya başka bir bilimsel tür çıkar ortaya.
Hayatının şiirini yazmamı istemişti benden. Bence şiir ve öykü bir yerde aynıdır ve bazen bir roman da bir şiirle örülür. Sözcüklerle oynamaya başladığınızda ve duygular çok güçleniyorsa; türler arasında bir ayrım kalmaz veya birbirine geçip durur türler. Şiir romana kayar, roman şiirleşir veya bir deneme başlı başına bir şiir olabilir… Edebiyat duygu ve düşünce işidir, o yüzden bilimsel bir tür gibi bir şablon koyamazsın, keskin hatları ve sınırlı söylemleri olmaz.
Bir arkadaşım anlatmıştı: Belediye otobüsünün ışıklı tabelasında; “57. Topçu Alayı’na gider” yazıyormuş. Ama 57. Topçu, üstte, alayına gider altta yazıyormuş. Şoför gece hinlik düşünmüş, üstteki ışıkları söndürmüş ve tabelada sadece, “Alayına gider” yazısı kalmış. Gece İzmir sokaklarında, “ALAYINA GİDER” diye dolaşan bir belediye otobüsü yani. Sonra bir trafik ekibi fark ediyor ve durduruyor otobüsü! “Ne lan bu soytarı?” diyor! Tabii şoför, bilinçsiz yapmış gibi iniyor otobüsten, tabelaya bakıyor; “abi yanlışlık olmuş” deyip geçiyor direksiyona ve tabelanın üst ışıklarını da yakıyor. Yani tam hinmiş ki, olayı bağlıyor.
Edebiyat böyle bir şeydir, kesin bir menzili yoktur, “ALAYINA GİDER”. Sürekli gider ve istikametini okur belirler. İlk başta direksiyonda yazar vardır ama yola çıkılınca, her yolcu nöbetleşe direksiyona geçmeye başlar. Biri 57. Alaya gider ama bir başkası 88. Alaya gider ama sürekli gider ve alayına gider.
Öyküye dönmek istiyorum ama onu mu yazacağım, yoksa kendimi mi diye kafa yormama gerek yok ama bunun bir önemi de yok zaten. İnsansak; duygularımız, düşüncelerimiz, hayatlarımız bir yerlerde kesişiyor ve bir yerlerde ayrılıyor ama nerede benzeşiriz, nerede ayrışırız; bunu felsefe bile tespit edemez bence. Loş ışıkların, sigara dumanlarının, sürekli tekrar eden acılı arabesk ve halk türkülerinin insanı efkardan efkara sürüklediği bir meyhane… Kimi garson, kimi konsomatris ve sürekli gözlerinde çöreklenmiş acıya inat, sahte kahkahalar atan ve masaların arasında fırıl fırıl dönen kadınlar… Bende bu loş ışıkların altındaki efkar ve bu kadınların bakışlarındaki acı, yeterince melankoli oluşturuyor. Biramı yudumlamaya başladığımda, dizeler dökülmeye başlıyor kendiliğinden. Son iki yılda yazdığım bütün şiirleri bu meyhanelerde yazmışımdır. Önceleri insanlar yadırgıyordu ama artık alışıyorlar. Tamamen kendinden geçmiş ve buraya hiç ait olmayan biri ve önünde kağıt kalem, habire yazan bir deli… Ama artık alıştılar, şair diyorlar bana. Önceden hocam derlerdi.
Özellikle konsomatris ve kadın garsonlar yazdıklarımı merak ediyorlar. Bazen gelip soruyorlar. Bazen kısa şiirlerden yazıp, imzalayıp veriyorum onlara, hoşlarına gidiyor önemsenmek ve para dışında bir hediye almak. Bazen yazdıklarımı okuyorum, beğenenler oluyor. Bazen anlamıyorlar ve tuhaf tuhaf bakıp ama yine de güzel olmuş diyorlar. Bazıları kendilerine şiir yazmamı istiyor. Bende hemen 3-4 dize yazıp, iyi dilekler ekleyip veriyorum. Dün gece geldi yanıma, kendi şiirini yazmamı istedi. Yazmam için, seni tanımam lazım dedim. Adı –ki; büyük olasılık kod adıdır-; Serpil’di. Çanakkaleli ve 34 yaşındaydı. Boşanmıştı ve kafasının derisiyle yüzülür gibi, koparılıp alınmıştı iki uzun saç örgüsü kızları ondan. Elbet müşteriler vardı, kons yapmak zorundaydı ve her konstan on lira kalırdı ona. Bazı geceler yüz kazanırdı ama on lirada kaldığı da olurdu. Ben evde hayatımı yazar, sana getiririm dedi. Müsaade isteyip gitti. Müşteri çağırıyordu, param olsa iki kons ısmarlar dinlerdim ama zaten içtiğim bira da mekana veresiyeydi hani. Gitti Serpil ve zaten öykünün gerisini dinlememe gerek yoktu. Bütün ezilenlerin hayatı birbirine benzemiyor mu zaten?

               *                                       *                                             *                
Bu hayat değirmeninin oluğuna yuvarlandın bir kez Serpil. Bir dane ne kadar direnebilir, bu silindir taşlara? Bırakır mı zannedersin, seni eze eze un ufak etmeden? Sonra doldururlar çuvala, çiğneyip yoğururlar ve sürerler fırına… Bir lokmada indirir bir pezevengin biri mideye ve karışırsın onun zehirli kanına ama daha kötüsü de vardır, ezmezler de parçalarlar Serpil. Bu hayatta hiç hayır nasip olmaz bize, hep beterin beteri vardır!
Bu hayat çok tuhaf, kaderimizi yazan; kurban yazmış, av yazmış, kan yazmış ama kanla yazmış, bir lokma et, bir parça ekmek yazmış… Acı yazmış, keder, hasret, ızdırap, elem, ayrılık yazmış ama aşk yazmamış, kavuşma yazmamış… gurbet yazmış ama sıla yazmamış; kopuş yazmış ama kök yazmamış… Kaderini yaprak yazmış yaradan SERPİL; ve bütün fırtınaları üstüne salmış! Fırtınalar daha baharında filizken dalından koparıp almış. Bir kez koptun ya, tutunamazsın bir daha, savrulup duracaksın bu fırtınalarla… her taşa, her kayaya, her duvara çarpa çarpa sürükleyecek seni bu fırtınalar… Kader bu SERPİL; kadere karşı gelinmez ama gelsen ne olur hani? Bir yaprak, fırtınaya ne kadar direnebilir ki? Öyle savrulacaksın ki; her bir parçan ayrı bir coğrafyanın toprağına karışacak ve bir yarasa gibi; kendi tiz çığlığını senden başkası duymayacak!...
Ben acının şairiyim SERPİL; acıyı yazarım ve her insanın acısını kendi yüreğime burgu yaparım. Sizin çığlıklarınızla ben; ağır ağır sadece kendi yüreğimi oyarım. Upuzun tünellerden başka bir şey yok benim yüreğimde ve o tünellerden hepinizin acıları geçer. Bütün çocukların, bütün kadınların, bütün insanlığın acıları, kervanlarla benim yüreğimin tünellerinden geçer. Ben acının şairiyim SERPİL, ezilenlerin, altta kalanların, parçalanmış hayatların şairiyim… özür dilerim, yazamıyorum mutlu hayatları ve sana gelincikleri, kelebekleri ve senin gibi uzun, ince papatyaları yazmak isterdim ve elbet meltemleri estirirdim beyaz tacında ama yapamıyorum işte; affet beni SERPİL, senin şiirini yazamıyorum. Şiirlerin tılsımlı fısıltısı ŞAİREM, saflığın en güzel PAPATYASI derdim ama diyemiyorum işte… Affet beni ama suçlusun sen!
Suçlusun sen; o şuh kahkahaları patlatırken; ben senin içine kıvrım kıvrım çöreklenmiş acıyı gördüm. Onu bana göstermemeliydin. Çıkarıp sarsam dünyanın etrafına hani, en az yedi kere tavaf eder ekvatoru içinde kıvrılmış yatan acı. Çarpsak hani kırk bin kilometreyle; tam İKİ YÜZ SEKSEN BİN KİLOMETRE EDER senin içindeki acın. Dikerken o bira kadehini, gözlerine oturmuş acının mahmurluğunu, kederin umutsuzluğunu göstermeyecektin. Nasıl şiir yazabilirim ben sana?
Her kadehte, içindeki acının elli milimetresini uyuşturabiliyorsun SERPİL;
Bir milyon yıl hiç durmadan içsen SERPİL;
Ancak kuyruğunu uyuşturabilirsin bu yılanın SERPİL!
Sana ancak böyle şiirler yazabilirim ÇANAKKALELİ SERPİL ve Çanakkale’nin yaşadığı acıların hepsinden fazlasını yaşadın sen! Nasıl sana gelecek güzel ve mutlu günler şiiri yazabilirim? Ben zaten acının şairiyim ve ancak senin acılarını, parçalanan etlerini yazabilirim. Ve zaten her şiir umut vaat etmez ve her öykünün sonu da mutlu bitmez… Yalan söylemem ama söyleyecek olsam da; sana ancak bir kadeh mutluluk yazabilirim. Onu da sabah aç karnına içersen, on dakika mutlu eder seni ve işte o kadar! Dürüstüm, gerçekçiyim, olduğum gibiyim… Yani ne havari, ne aziz, ne ermiş, ne peygamber ve ne de göt verenim… Ben acının şairi ve ezilen insanların acısıyım çünkü.
Affet beni, sana şiir yazamam ya da aşkın ve umudun şiirini hani. Sizin oraların türküsünü söyleyebilirim hani. “Çanakkale içinde vurdular beni/ ölmeden de mezara koydular beni/ of gençliğim eyvah!” Ne yapayım SERPİL, seni düşününce; “Ada vapuru yandan çarklı/ bayraklar donanmış cafcaflı/ şinanay da şinanay” diyemiyorum. “Sevda kuşun kanadında” diyebilirim ya da “seviyorum seni/ geceleyin uykudan uyanarak, ağzımı musluğa dayayıp su içer gibi/ ekmeği tuza banıp yer gibi/yavru bir ceylan su içer gibi…/ sen aklıma düşünce/gül dikiyorum ellerimin değdiği yere/ ve atlara su veriyorum…” Bu şarkıyı tereddütsüz söyleyebilirim ve senin için söyleyebilirim bir ömür ama bizim yaşadığımız ömür değil be SERPİL! Bu hayat değil, bu insanlık değil, bu ahlaksız, pervasız, merhametini ve onurunu kaybetmiş dünyada bize Süleyman’ın kanatlı atları lazım galiba ya da büyük kanatlar… gerçi benim büyük kanatlarım vardı ama bu zalim avcılar birini kırdı!
Kanat kırığı iyileşmiyor be SERPİL, sürünüp duruyorum yerlerde. Sen de, “kanadı kırık bir kuşsun, yorulmuşsun”. Kanadının biri sağlam mı, minik serçe? İki kanadı olunca istediği yere, istediği kadar uçabilir her serçe. Al benim sağlam kanadımı, birleştir onları ve uç git buralardan, bu acımasız dünyadan! Hatta hiç inme yere ve gökyüzünde bulutların içinde yaşa…
Hadi uç artık SERÇE, seni ancak kanatların kurtarabilir. Bütün gökyüzü senin… Kaç artık bu çakalların, sırtlanların, akbabaların dünyasından. Uyuşturma artık, o içindeki yılanın; kopar at kafasını! Hafifle, hafifle, hafifle… Hafiflet kendini ve boşluğa bırak, korkma; uçabilirsin. Bir kez çırptın mı o kanatlarını, hep uçacaksın… bütün mavi gökyüzü senin…
Kanatlarını çırpmalısın, yoksa betona çakılırsın! Pezevenkler bayılır, beyaz ete. Daha canın çıkmadan çiğ çiğ yerler parçalanmış lokmalarını ve kocaman dilleriyle yalarlar yerdeki kanlarını… Bu dünya böyle, bu düzen böyle SERPİL, mahmur gözlü serçem…  Ben yazsaydım bu dünyanın kitabını, böyle olmazdı bu düzen ve elbet ben de acının şairi olmazdım… Av ve avcı yazmazdım kimsenin kaderine ve kırmazdı kimse kimsenin kanadını… Ben yaratsaydım bu dünyayı, zaten bütün kadın ve kelebeklere çelikten kanatlar takardım…
  Artık kanatlarını çırpmalısın, artık gökyüzünde yaşamalısın… Hem sen uçarsan; ben artık acıları yazmam, yüreğimin tünellerinden mutluluğun ve umudun kervanları geçer, şen şarkılarıyla… O zaman hep göğe bakarım ve mavi gökyüzünde kanat çırpan kuşların şiirlerini yazarım.
Uç artık SERPİL; kanatlarına umudu ve aşkı yazmak istiyorum. Beni düşünme; ben uçan her kuşun kanatlarındayım…
                                                                  Mehmet BAYDAN
                                                                    14.02.2015


Hiç yorum yok: