29 Nisan 2015 Çarşamba

AYNADAKİ MÜSLÜMAN Mehmet BAYDAN

                                 AYNADAKİ MÜSLÜMAN
Geçen yıl bir habere rastlamıştım. İngiliz veya Hollandalı biri Müslüman olmuş, yıllar önce. Yani Müslüman olunca, gelmiş Ortadoğu’ya ve hem kaynağından öğrenmek ve hem de yeni din kardeşlerini yakından tanıyabilmek için, başlamış cami-cemaat dolaşmaya. Sonunda adamın söylediği, kelimesi kelimesine; “eğer Müslüman olmadan önce, bu Müslümanları tanısaydım; kesinlikle Müslüman olmazdım!” diyor. Merak etmeyin, adam tekrar Hristiyanlığa dönmemiş ve ateist falan olmamış. Avrupa’ya dönmüş ve nesli tükenen onurlu ve ahlaklı Müslüman kaldığını ispatlamak için, orada yaşamaya devam kararı almış. Çok zaman geçtiği için adamın adını, milliyetini, haberi nereden okuduğumu falan unuttum ama maalesef, durum bu kadar vahim. Bizim politikacılar anti-İslamizm, İslam fobisi falan diyorlar ama durum ortada. Her türlü ayrımcılık, vahşet, ahlaksızlık, yolsuzluk almış başını gidiyor, İslam devletlerinde. Bu yüzden insanların aklına hangi tür kötü bir fiil gelse, hemen kafasında çember sakallı bir Müslüman imgesi beliriyor ve daha kötü olansa; Müslümanların kafasında da aynı imge beliriyor. Zaten artık kötü bir fiili yapan, Müslüman değilse insanlar şaşırıyor.
Hiç insanlık onuru, ahlak ve etik kurallardan bahsetmeden; insanları dini eğitimden geçirmek ve dinle örgütlemek; nasıl başka tür bir sonuca yol açsın ki? Sadece Müslüman olanlar cennete gider ve her Müslüman, sadece Müslüman olduğu için, eninde sonunda cennete gidecekse ve elbet Müslüman olmayan –elbet Sünni Müslüman olmayan doğrudan cehennemlikse; her Müslüman’ın her tür kötülüğü başkalarına yapma hakkı vardır. Yaptıkları yanlış olursa da, nasıl olsa tövbe edip kurtulma hakkı da ona verilmiştir. Onun için bütün ahlaksız, kötü, yanlış olan sapkınlar; Sünni Müslüman olmayanlardır ve onların her söylediği, yaptıkları batıldır. Bütün bu din anlayışı ve propagandası; ülkemizi ve İslam dünyasını uygar dünyanın dışına itmiş ve vahşi barbarlar haline getirmiştir! Lütfen artık aynaya bakalım ve gördüğümüzü inkar etmeyelim. Ata gözlüğü, ufku genişlesin ve gözleri açılsın diye takmazlar. Kendi kendimize yakıştırdığımız güzel sıfatlar, bizi güzelleştirmediği gibi, daha bir maskararlaştırır!
Hep işin kolayına kaçtı yönetenler. Kaynak yaratamadıkça, eğitimi, bilimi, teknolojiyi üretemedikçe; verdiler gazı, coşkuyu; ezan-bayrak-Allah Allah, yürüsün cahiller sürüsü… Elbette ileriye yürüyemeyenlerin, mevziler kazıp sürekli kendilerini savunmak zorunda kalması doğaldır. Ancak hiçbir mevzi, sonsuza kadar savunulamaz. Cephane azaldığında ve karşındaki güçlerin saldırısı yoğunlaştığında, ricat kaçınılmaz olur. Avrupa Rönesans’ından beri, Müslümanların ricatı devam ediyor ve hiçbir yerde tutunamadıkları için, sürekli zamanı geri çeviriyorlar ama tutunamamak ve uygarlıktan kopmak çok vahim sonuçlara yol açar. Büzülme sürekli sürtünme ve ısının artışı, içte şiddetli tepkimelerin oluşması demektir. Karşısındaki ordulara saldırma cesaretini yitirenler; sıkışık alanda sürekli birbirleriyle savaşmak ve birbirlerini yemek zorunda kalırlar. Tehlikeli olan içe kapanmak ve iç çatışmalardır. Aslında bütün devlet ve toplumları çökerten, iç çatışmalardır. Dış güçler, bazı devletlere son vermiş olsa da; öncesinde içten çöktükleri için öyle olmuştur. İslam, uygar dünyadan, uygarlıktan ve bilimden tamamen kopmuş ve tamamen büzülmüştür. Uygar dünya ve zamanla bütün bağlarını koparmış İslam aleminin; hiçbir uygarlık hedef ve projesi olmadığı gibi, artık öbür dünyanın cennetinden başka vaadi kalmamıştır Müslümanlara.
Sürekli din eğitimi, sürekli artan cami ve imam sayısıyla çözülüyor mu sorunlar? Böyle olunca, belki cennete gidecek bütün Müslümanlar ama dünyayı sürekli cehenneme çeviriyorlar. Kendi ülkem adına, sürekli artan din eğitimi, devleti dincilerin yönetmesi, sürekli artan cami-imam-hafız-ilahiyatçı sayıları ve her kurumu ve toplumu dincilerin yönetmesi –kısaca resmen ilan edilmemiş Şeriat, sonucu geldiğimiz noktada; her türlü şiddet, vahşet, cinayetler, ayrımcılık, yolsuzluk, zorbalık, her tür doğal ve beşeri kaynakların yok edilmesi, her tür sömürünün artması –ve elbette demokrasi, özgürlük, insan haklarının ortadan kaldırılması, adalet ve hukukun yok edilmesi, zorbalık ve diktatörlüğün iyice pekişmesi gibi sonuçların ötesinde: ahlak, onur ve erdemin yok edildiğini, 12 yıllık kısa sürede yaşadık! O çok övündükleri ekonomi de, hızla çöküyor. Bu kadar yolsuzluğa, kayırmacılığa, keyfiliğe ve plansızlığa para mı dayanır? Uygar dünya birim fiyatlarının, dört-beş misli daha pahalı ama onlardan çok daha kalitesiz bir şekilde yandaşlara dağıtılan ihalelerle yapılan yatırımlar ve yok dibine kadar sömürülmüş insan ve doğal kaynakları, artık yenilemenin de bir yolu yok. Vadesi gelmiş ama karşılığı olmayan iç ve dış borçlar, her alanda çöküşe geçmiş üretim ve dünya istatistiklerinde her türlü kirlilik ve kötülükte rekorlar kıran bir Türkiye! Bilim, sanat, teknoloji, üretim, insan hakları, eşitlik, özgürlük ve diğer bütün uygarlık kriterlerinde dibe vurmuş bir Türkiye! İki Türkiye bu. Ilımlı İslamcılıkla başlayıp ve hızla Sünni-İslam Şeriatına kucak açan ve dinci-kinci yönetimin dindarlık projesinin göstergesi ortada. Coğrafi olarak ülkemizin bir kısmı Avrupa’da ama 12 yılda, uygarlık anlamında; Avrupa’dan en az, 1200 yıl uzaklaştık!
Hiçbir zaman nitelikli ve bilimsel eğitim sistemimiz olmadı. Gerçi kaynaklar iyi kullanılsa ve yönetenler yolsuzluk yapmasalar olabilirdi. Eğitemediğimiz ve besleyemediğimiz cahil insanları gönderdik emek kölesi olarak Avrupa’ya. Sıkıştıkça Türkiye, onların birikimlerini sömürdü devlet olarak. İnsanlar, güven kaybedince de, bu sefer boşluğu İslamcı örgütler doldurdu. Başta DİANET’in camileri olmak üzere, bir bir parsellediler bu örgütlere insanları. Hem soydular ve hem de aydınlanmalarını ve uyanmalarını engellemek için, bulundukları ülkelerin toplumlarından onları kopararak, iyi birer yobaz yaptılar. İlginçtir, Müslümanlar veya başka bir cemaat için değil de, doğrudan; “TÜRKEN RAUS” tu slogan. Alevi kökenliler dışındakiler ve hatta şimdi üçüncü kuşak bile, uyum sağlayamadı bulundukları ülkenin kültürüne. Çünkü bütün Sünniler; cami-cemaat-tarikat dolanıp duruyorlar. Bu gün Anadolu’daki yobazlardan bile yobazlar, Batı Avrupa’nın göbeğinde!
Elbette iktidara geldikten sonra, hızla Tayyip yeni bir organizasyona girişti Avrupa’da. Önce MGT’ler ve cemaat ittifakları, tarikat işbirlikleriyle ve elbet cami-imamlarla bütün Sünniler örgütlendi. İçinde bulunduğu toplumu dışlayan, aşağılayan ve onların kültürünü ahlaksızlık olarak gören bir cemaat; neye neden olur? Şimdi Almanya ve Avusturya’da başlayan protesto dalgaları da aslında, göçmen ve Müslümanlara karşı değildir; özünde tamamen Türkiye Sünnilerine karşıdır. Bu dalga, büyüyerek yayılacak ve muhtemelen çatışmalara dönüşecektir. Bu dinci yobazlar; kendi inançlarından başka hiçbir inanca, insana saygı duymadıkları gibi, onları aşağılamakta ve ahlaksız olarak nitelemektedirler. Lise mezunu gençler bile, 100 kelime Türkçe, 120 kelimelik Almanca dağarcığı olması bir yana; vatandaşı oldukları ülkenin tarihi ve kültürüyle ilgili de bir şey bilmiyorlar. Kendi inançlarında da samimi olmadıkları gibi, riyakarlık ve takiyeden başka tuttukları yol da yok. Bu durumda da, içinde yaşadıkları toplumun, suç oranlarını arttırmaktan başka bir katkıları olmuyor. Maalesef durum bu. Elbette aynaya bakınca, gözleri açık tutmak gerekiyor.
Geçen hafta fabrikada bir kadınla sohbet ederken, Tokatlı olduğunu söyledi. Galiba Tunceli’den sonra en yoğun Alevi nüfusu Tokat’dadır. O yüzden gayr-ı ihtiyari, Alevi misin, diye sordum. “Elhamdülillah Müslüman’ım!” dedi. Elbette Alevi değilim veya Sünni’yim ya da Hanefi’yim diyebilirdi. Ben ona dinini sormamıştım, mezhebini sormuştum. Alevileri Müslüman kabul etmiyordu ama bu söylemle insan da kabul etmiyordu. Bu iki kelimelik cevapta; insan olmanın, değerli olmanın tek koşulunun, Sünni Müslüman olmak olduğunun bütün kodları gizliydi. Bu, bu günkü egemen zihniyetin zihniyeti ve bu zihniyetin bütün ayrımcılığını, bölücülüğünü, nefretini, kinini yurt içi ve dışındaki Sünnilere içselleştirmeyi başardığını gösteren bir örnektir. Artık bu bölünmüş ve insani değerleri düşman kabul etmiş fanatikleri; birleştirmek, bütünleştirmek, insani ve ahlaki değerleri öğretmek, sevgi-saygı-hoşgörü ilkelerinde buluşturmak, başka inanç, kültür ve değerlerin de yaşam hakkı olduğunu ve önemli olanın, kültürel çeşitlilik olduğunu öğretmek olanaksızdır! Cam sürahi kırılmış ve su akıp gitmiştir. Ne o su geri toplanabilir ve ne de o cam parçaları birleştirilebilir artık. Zemine dağılmış kesici, delici ve çok tehlikeli çöplerden başka bir şey yoktur. Kimse itiraz etmesin, ben sadece aynaya ve toplumun aynasına bakarak, gerçek görüntüleri anlatıyorum. Artık aynaya bakan takiyeciler, aynada kurt görürken; gözlerini kapatıp masum bir kuzuyu tarif ediyorlar ama zulmün, despotluğun, vahşetin kan gölüne çevirdiği ve bütün insanlık değerlerinin ayaklar altına alındığı bir İslam coğrafyası gerçeği dünyanın kabusu olarak ortada duruyor.
Ben bu ilahiyatçıların, radikal İslamcıların, dinci politikacıların ve bütün bu dinci örgütlerin kirlilik ve ahlaksızlığı kasıtlı yaydıklarına ve hepsinin Mason olduğuna inanıyorum. Sonuca baktığımızda; hem İslam coğrafyasının doğal ve beşeri kaynakları yok ediliyor ve hem de geleceği yok ediliyor. Bunun sonucu olarak da; mürtedlik ve ateizm İslam coğrafyasında hızla artıyor. Elbette ölüm korkusu nedeniyle insanlar, başka dinleri seçtiklerini ve ateistliklerini gizliyorlar. Ancak bütün radikal İslamcı örgütlerin –ki; silahlı ve silahsız- birbirleriyle organik bağlantısı olması ve hepsinin de yöneticilerinin kuyruklarının öncesinde veya sonrasında MOSSAD ve CİA bağlantısının olduğu gerçeği ve bu kadar büyük silah ve sermaye hareketlerinin, özellikle Ortadoğu’da; bu iki egemen gizli servisin konrolü dışında gerçekleşmesi, eşyanın tabiatına aykırıdır. Gerek Türk ve gerek diğer ülkelerin gizli servisleri, her zaman taşeron olmuşlardır. Bu nedenle, Türk gizli servisinin, özellikle son yıllarda; Ortadoğu için sürekli politikasını, felsefesini ve yapısını değiştirmesi de, yeni taşeronluk ilişkisi gereğidir. Özellikle II. Abdülhamit’ten bu yana, Ortadoğu’da emperyalizmin çıkarları ve işbirliğine hizmet etmeyecek; bağımsız bir otorite ve yapı ortaya çıkmamıştır ve çıkamaz da. Aksine, iletişim teknolojisinin gelişmesiyle; günümüzde denetim ve otokontrollerini daha da pekiştirmişlerdir.
Bu günkü yapı; emperyalistlerin istediği ve planladığı bir durumdur. İslam dünyasının kaynaklarının yok edilmesinden ziyade, geleceği yok edilmektedir. Artık, çatışmaların ve vahşetin artması ve iyice kaosa sürüklenmesi kaçınılmazdır. Ancak, kaos ortamında olaylar bir yerlerde emperyalist mühendislerin ve işbirlikçilerinin kontrolünden çıkabilir mi? Yani yurtsever aydınların, ortak aklında birleşme ve kuşatmayı ortadan yarma durumu. Nadiren de olsa, geçmişte bunun epey örneği var ama sürekli derinleşen ve kan gölüne dönüşen İslam coğrafyasında; şu durumda bir tahminde bulunmak güç. İçinde bulunduğumuz durumda, üç ay sonrası için bile bir kestirim yapmak zor. Bu günkü aynaya baktığımızda böyle bir umut yok. Genel olarak hiçbir yerde, aydınların birleşik ve güçlü bir hareketleri/örgütlü yapıları yok. Bu parçalılığın temel nedeni de; bütün İslam coğrafyasındaki radikal dinci/politik hareketlerin ve terörün bütün olduğu ve tek merkezden yönetildiğini göremiyor olmaları etken olabilir. Bu durumda, hem kendi coğrafyalarında örgütlenmeleri ve hem de bütün İslam coğrafyasındaki aydınların birbirleriyle ilişki kurmaları ve birlikte taktikler geliştirmelerinin zorunluluğunu kavrayamamış olmalarıdır. Bunun kavranmamış olması ve halen bu konuda bir adım bile atılamamış olması; ümitvar olmayı gerektirmiyor.
Çok şiddetli depremler, çok yıkıcıdır ama coğrafi değişikliklere de neden olur. Şimdilik Ortadoğu’da kaos ve vahşet derinleşecek ve iyice parçalanacaktır. Ancak özellikle 20. Yüzyıldaki parçalanmalar, Ortadoğu’da sorunların derinleşmesinden ve yeni çatışmalar, savaşlardan başka bir şey getirmedi. 21. Yüzyıl’da da yeniden bölünme ve parçalanmaların daha kötü sonuçlar getirmeyeceği de ortada. Her yüzyılda emperyalistler; Ortadoğu için, yeni bir şeriatçı deprem ve yeni bölünmeler ortaya koyarken; uygarlık, kalkınma, zenginlik, devrim, din adına toplumların emperyalist planın bir parçası olmaları ahmaklığı devam edecek midir? Yoksa birileri ahmaklık rolünden vazgeçip; ben bu oyunda yokum, uyanığı oynuyorum diyecek midir? Ya da Türkiye’dekiler; Osmanlı mezar taşlarındaki kıvrak ve silüs harfleri heceleye heceleye, derin bir felsefeye yol bulmaya devam mı edeceklerdir? Ancak kimse; mezar taşlarında ve tarihi kitabelerde geleceği bulamaz. Onların özünde de; emperyalizmin sıkı işbirliğinden başka bir anlam ifadesi yoktur.
Ya insani değerleri yeniden inşa ederek, kültürel çeşitliliğinin zenginlik olduğu bilinciyle birleşen bir Ortadoğu’yu inşa ederiz ve asıl düşmanın emperyalizm olduğunu bilinciyle tabi; ya da emperyalizmin kuklaları olarak birbirimizi yiyerek, bu coğrafyayı dünyanın en acımasız cehennemine çeviririz. İşbirlikçilikten vazgeçmek ve kuklalarının emperyalizme bağlı iplerini kesmek… Şimdilik olası gözükmüyor ama sonuçta zaman da insanların yarattığı soyut bir mevhumdur. Bütün bu soyut imgeler içinde, en somutu; insan zihniyeti ve onun çok da zaman ve mekana bağımlı olmadığı gerçeğidir. Bireysel eylemler bile genel zihniyeti hızla değiştirebilir, dönüştürebilir ve toptan kitleleri harekete geçirebilir. Zaten devrim dediğimiz zaman; çok ani ve toptan zihniyet dönüşümlerinin eylemliliğini anlatmış oluruz. Mevcut durumda bir devrimin koşulları ve nesneleri oluşmuştur ama sadece özneleri ve zihniyeti oluşmamıştır. Belki de Tunus, bir işaret fişeğidir. Tarihi boyunca hep aydınlanmanın, düşünce ve devrim önderlerinin yetiştiği, sol ve aydın hareketlerinin zinde olduğu bir coğrafyadaki değişim ve dönüşüm; İslam coğrafyasına öncü olur mu? Göreceğiz ama unutmayalım; devrimler çok ani gelişir. Hazır koşulları da olgunlaşmışken. Tarih bize gösteriyor ki; kaos ve umutsuzluk derinleşmeden, devrimci hareketler ortaya çıkmaz veya çıkmış olsalar da, başarılı olamazlar.
Ortadoğu’da emperyalizmi –ki; onun doğrudan verisi yobazlık vahşetini- yenmenin ve bu coğrafyayı birleştirmenin nesnel koşulları, hiç bu kadar oluşmamıştı. Sorun; Ortadoğu’nun aydınları ve sefil halkları birleşip özne olabilecek ve kendi koşullarını belirleyip, kendi kaderlerini yazabilecek midir? Çok umutlu değilim ama umutsuz da değilim. Gelecek mutlaka gelir ama kendi geleceğini belirleyemeyenlere, ancak tutsaklık ve sefalet olarak gelir.
                                                                            Mehmet BAYDAN
                                                                             29.12.14



Hiç yorum yok: