3 Haziran 2014 Salı

İÇSELLEŞEN ŞİDDET VE NEFRET TOPLUMU-I



Fakültenin son sınıfındayken, yarım dönemliğine “sosyal psikoloji” dersi koymuşlardı. En çok bu dersi sevmiştim aslında. Bu ara bilim dalı çok işime yaradı. Şimdiler de düşünüyorum da; bazen yazmaya kendimden başlıyorum ama sonuçta toplumun ortak bir yarasına parmak basmış oluyorum.  Toplumun bir sorunundan başlıyorum ama bir de bakıyorum; kendi sorunlarımı yazmışım. Tarih boyu hukukçular, siyasetçiler, felsefeciler; “suç bireysel midir?” veya   “bireysel suçların kökeni topsumsal mıdır?” diye boşuna tartıştılar. Gerçi yakın zamana kadar, sadece şovenistlik olsun diye kötü ruhlu insanlardan ya da, “canavarca hisle” gibi yakıştırmalardan söz edenler oldu veya oluyor… Elbette amaç kitleleri kışkırtmak veya siyasi rant elde etmek. Yoksa Freud; insanın ruhsal mekanizmasını çözdüğünde tartışma bitmişti. Sonuçta hepimizin genetik yapısı, hücre yapısı ya da sinir sistemimiz gibi aynı tür bir ruhsal yapımız yani türdeş bir iç yapıya sahiptik. Zaten bu gün bir psikoloji veya psikiyatriden söz ediyorsak ya da bilimden söz ediyorsak; neden yüzlerce yıl öncesinin saçma tartışmalarına dönelim ki?... Yani; “yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan çıkar?” örneği.


Acaba son iki aya kadar, genelde depresyonlu ve dalgın mıydım ki; bu şiddet olayları bu kadar dikkatimi çekmiyordu? Medyadaki kadın cinayetlerinden, kadın ve çocuklara şiddetten söz etmiyorum. Kendi tanık olduklarımdan söz ediyorum. Sokak kavgalarını, kendi yediğim meydan dayaklarını ve polis işkencesini de işin içine katmayacağım. Özellikle üç-dokuz yaş grubundaki çocuklara bizzat anneleri tarafından taşıma araçları veya sokakta, son iki ayda en az; sekiz şiddet olayına tanık oldum! Bağırıp, hakaret, tehdit ve küfürleri de saymıyorum; bizzat kaba dayaktan söz ediyorum. Öncelikle bu bebek ve çocukların yüzüne şamarla vuruluyor, çocuk elleriyle yüzünü kapattığında da; artık kafasına, sırtına ve kalçalarına silleler iniyor! Sonra ağlayan çocuk, sürüklenerek götürülüyor. İlginçtir; ne resmi görevliler ve ne de vatandaşlar, bir uyarıda bile bulunmuyor. Bizim ülkemizde; kişilerin kendi çocuk, eş veya himayelerindeki kişileri dövmeleri veya yaralamaları doğal bir hak olarak görülüyor. Ben de defalarca dedem tarafından, yaz Kuran Kurslarına; “eti senin, kemiği benim” denilerek teslim edildim! Her gün bir sure veya duayı ezberleyebilmeme, yedi yaşındayken Kuran okumaya başlamama karşın, bu mekteplerde kalın sopalarla dayak yemekten hiç kurtulamadım. Benim çocukluğumda zaten, okullarda da dayağın en alası vardı. Hatırlamadığıma göre; daha iki-üç yaşındayken şiddetle tanışmış olmalıyım! Çok geniş bir kırsal ailede; her büyüğün bir küçüğünü dövme hakkı vardı zaten. Gerçi hala öyledir ya.  Her zaman medyaya yansıyanlar; “buzdağının görünen kısmıdır”. Hiçbir toplumda ensest ilişkinin yaygınlığı, şiddet, tecavüz, taciz, ayrımcılık, hayvanlara tecavüz, uyuşturucu kullanımı, fuhuş, aile içi şiddet ve baskıyı istatistikler ve medya yoluyla ortaya koyamayız. Araştırma kuruluşları da, alan araştırmalarıyla sadece, eğilim ve tutumları belirleyebilir.

Bazen sosyologların; toplumumuzdaki şiddeti çok genel bir yargıyla; doğulu olmamız gerçeğine bağlarlar. Ancak şiddet coğrafi değildir. Biz Rusya’dan daha doğuda değiliz sonuçta. Sovyetler Birliği döneminde çok geniş bir coğrafyada çocuğa ve kadına karşı ve toplum içi şiddet neredeyse sıfır düzeyine indirgendi. Gerçi, kapitalistleşen Rusya ve diğer ülkelerde yine sosyalizm öncesine geri dönülüyor ama en azından, çocuklara ve kadınlara karşı yaygın bir şiddet yok. Ya da Çin, Kore ve Japonya gibi daha doğudaki coğrafyalarda da şiddet olaylarına rastlamıyoruz veya cüzi münferit olaylar görüyoruz. Batı Avrupa daha farklı bir kültürden geliyor. Ortaçağ’da şiddet yaygınken de, en azından çocuk ve kadınlar için yaygın bir şiddet göremiyoruz. Elbette kadın ayrımcılığı ve cadı avları var ama en azından yaygın bir aile içi, sosyal şiddet yok. Zaten laiklik ve aydınlanma dönemlerinden sonra, dinin sosyal hayattan kiliselere hapsedilmesi hızla kadın ayrımcılığını da ortadan kaldırmıştır. Bu babda, şiddetin dinsel kökenlerinden bahsedebiliriz. Semavi dinler grubunda Hristiyanlık farklı bir dindir. Doğuşundan itibaren laik bir özü olması; kadını tümden dışlamaması yanında; vahiy dini olmaması da onu, Musevilik ve İslamiyetten ayrıştırır. En azından Tanrı kelamı olmadığı için, reformist bir yönü vardır ve zaman içinde koşullara göre esnetilebilir veya farklı uygulamalara gidilebilir. Yani kardinaller kurulu, geçmiş gelenek ve uygulamaları zaman zaman kaldırıp, yeni yorumlar getirebilir veya sıklıkla yapılmıştır. Hatta papa çıkıp, yanlış uygulamalar için özür de dilemiştir. Vahiy dinlerinde böyle uygulamalar olamaz, çünkü; Allah’ın hükmü kesindir. Sonuçta; “şeriatın kestiği parmak acımaz!” yani dini hüküm, neyse odur ve asla aksi yorumlanıp uygulanamaz…

Elbette her şeyi dini hükümlere de bağlayamayız. Sonuçta din de kültürün bir parçasıdır ama bir toplumdaki dini de; zaman içinde insanların gereksinimleri biçimlendirir. Hiçbir vahiy dini de zaten, ilk ortaya çıktığı gibi ve kutsal kitaplardaki gibi uygulanmaz. Zaten değişik coğrafya ve kültürlere göre de çok fazla farklılık gösterir. Hanefi bir mahallede, Alevilerle iç içe yetiştim. Onlarla aynı kültüre sahiptik veya bir sorun yaşamıyorduk. Gençlik yıllarımda Şafi inancından toplulukların içinde yaşamaya başlayınca, çok şaşırdım. Fıkhi ve ameli, neredeyse hiç ortak yanımız olmadığını gördüm ve epey önemli bir zaman uyum sorunu yaşadım. Oysa Türkiye’nin hiçbir Alevi topluluğunda böyle bir sorun yaşamadım. Batı Avrupa’ya gittiğimde de; Rum, Ermeni, Suryani ve İtalyanlarla kültürümüzün çok benzediğini görmek beni çok şaşırttı. Özellikle İtalyanlarla benzerliklerimize şaşırdım. Örneğin Alman ve Fransızlarla hemen hiçbir sosyo-kültürel ortak nokta bulamadım. Elbette bunların nedenlerine ve kökenlerine inmek beni aşan bir konudur. Yoksa kendimce bir takım yorumlarda bulunmak da, ukalalık olur.  Elbette sosyolog ve sosyal psikologların bu konularda, epey fazla çalışması var. Elbette dilbilimciler de, dillerin kökenlerine inerek; önemli ölçüde geçmiş kültürel ilişkileri ortaya koyabiliyorlar ama tabi, ben naçizane onların araştırmalarını okuyup anlamaya çalışacak kadar bu konuları biliyorum. Elbette ulaşabildiğim kadarıyla –ki; zaten Türkçe dışında bir dile vakıf değilim.

Elbette Kuran’da kadınlara şiddet uygulanması ve çok eşlilikle ilgili yeterli ayet ve çocuklara şiddet uygulanmasıyla ilgili epey sahih hadis de var ama yine de bu konularda da, Tevrat’la Kuran arasında çok fazla farklılık olduğu söylenemez. Ancak bunları da, İslam toplumlarındaki yaygın şiddeti açıklamak için temel neden olarak ileri süremeyiz. Birincisi; Yahudi toplumlarında neden bu denli yaygın şiddet yoktur? İkincisi; en koyu şeriat ülkelerinde bile, Kuran ve hadisler birebir uygulanmakta mıdır? Üçüncüsü; Hz. Muhammed’in ölümünden sonra da aynı İslam anlayışı egemen midir? Hatta peygamber döneminde bile İslam anlayışı aynı konularda bile kısa zaman içinde farklılık ve tezat gösterdiği kanıtlarıyla sabittir. Örneğin epey Kuran ayeti bile, zamanla o konuda farklı ayetler geldiği için ilga edilmiş ve hükmü kaldırılmıştır. En azından İslamiyet, Medine coğrafyasından çıktığı andan itibaren farklılaşmaya başlamıştır. Zaten tarih boyunca hiçbir zaman ve özellikle İslamiyet için; devlet dini ile toplum dini aynı olmamıştır. Zaten hep ilahiyatçılar hanedanların yanında yer alarak ve onların meşruiyeti için, dini hükümleri iyice eğip bükmüşlerdir. Bu nedenle her yönetimin ayrı bir İslamiyet anlayışı ve politikası olduğu ortadadır. Günümüzde de öyle olmak zorundadır. Zaten sömüren ve sömürülen ilişkisi ortadan kaldırılmadan, hiçbir yönetim din tekelini kontrol altına almadan hükmedemez. Bu ilişkiler açık veya dolaylı olmak zorundadır. Sonuçta hiçbir ilahiyatçı maaşını Allah’tan almaz! Öyleyse kendi ekonomik konforunu sağlayanlara hizmetini kesemez. Yani en laik ve uygar dediğimiz ülkelerin de, örtülü veya örtüsüz bir yönetim-ruhbanlar (ilahiyatçılar) ilişkisi, eşyanın doğası gereğidir.

Zaten benim yediğim kaba dayakların önemli bir bölümü devlet okullarında olsa da; en fazlası ve daha şiddetlisi dini mekteplerde olmuştur. Sonuçta bir toplum da şiddet içselleşmişse; bunda bütün kurumların da katkısı vardır. Zaten şiddeti dışlamayı başarmış olan toplumlara bakarsak; devlet ve din kurumlarının da bununla yoğun mücadele ve örneklik etmiş olduklarını görürüz. Aslında Türkiye coğrafyasındaki bütün toplulukların genel yapısı duygusaldır. Ancak sorun saygı ve hoşgörü eksikliğindedir. Farklılıklara saygı, bireye saygı, doğaya ve tüm canlılara saygı… Yok, hiçbiri yok. Olamaz da. 1950’lerden beri, profesyonel veya amatör her politikacının beylik sözü; “bu ülkenin % 99’u Müslümandır”. 1980’ den beri de zorunlu din dersleri, Alevilere de elbette zorunludur. Şimdi tutup da; toplumda saygı ve hoşgörüden mi söz edeceğiz? Herhangi bir resmi devlet görevlisinin; inançlara saygıdan söz etmesinin bir inandırıcılığı olabilir mi? Önceden sokaklarda duyduğumuz; “Ermeni tohumu”, “Rum tohumu”, gavur, “düşman bile yapmaz”, “Yahudi, Zerdüşt, Hristiyan yapmaz” sözcüklerini medyadan veya politikacılardan o kadar çok duymaya başladık ve kanıksadık ki!... Elbette edepsiz, ahlaksız, bölücü, vatan haini, haşhaşi, yedirmem, yok öyle, dinsiz… gibi onlarca hakaret ve küfür sıfatlarını saymayacağım. Bir devletin parlamentosu, yönetim aygıtının kendisi ayrımcılığın, bölücülüğün, küfür ve şiddetin merkezi olduğunda; toplum barışı ve huzurunun nasıl tesis edilebileceğini bilen bilim insanları varsa; lütfen bizleri aydınlatsınlar!

Elbette hizaya getirmek, Barbar kültürlerinde de vardır. “biat-itat” kültürünü çok fazla dine bağlamamak lazım. Çünkü, Ortaçağ Arabistan kültürü böyleydi. Evet, “Kuran” da “takiye” yi Müslümanlara mubah kılmıştır ama bütün İslam yönetimlerinde bunların farz olarak uygulanması ve XXI. Yüzyıl Türkiye’sinde bütün iktidar ve İslami kesimler tarafından Ortaçağ yöntem ve yönetim anlayışlarına geri dönülmesi; dinsel değildir. Türk tarihçilerine göre; İlkçağ’da Çin entrikaları vardır, Ortaçağ’da Bizans entrikaları… Aslında entrikaların babası, halifelik saraylarındadır. Bu konularda hiçbir saray, Osmanlı sarayının eline su dökemez! Çünkü onlar, doğu ve batının en iyi sentezidir. Bu yüzden mükemmelleşmişlerdir. Ancak yine de, “Hz. Ömer’in Adaleti” veya “Osmanlı Barışı” ndan dem vurulur. Hiçbir İslam ülkesi, tarihte barbarlık, katliam yapmamıştır, hiçbir biçimde tecavüz etmemişlerdir ve İslam yönetiminin olduğu her yer huzur bulmuştur… Avrupalı tarihçileri aslında büyük çoğunluğu inkarcı olmadığı ve genel olarak, bilimsel tarihçi oldukları için severim. Bizimkilerin belge uydurması bir yana; genelde belgeleri de tahrif ve çarpıtmaya çalışmaları insanlık adına ihanettir! Hiç kesintisiz devam eden katliamlar tarihimizi bile görmeze gelmeyi ve inkar etmeyi nasıl başarıyorlar anlayamıyorum! 6-7 Eylül Olayları’nı, Maraş- Çorum Katliamları’nı, Madımak Oteli Katliamları gibi vahşetleri bile; “toplumsal infiale” bağlamalarının nedenini galiba hiçbir zaman çözemeyeceğim.

Bunlarla tartışamazsınız. “Tehcir” deseniz; zaten Ermeniler de Türkleri katlediyordu, Osmanlı kendini savundu derler. Ama, İç Anadolu’daki veya Çorum, Amasya’daki Ermenilerin neden sürüldüğüne açıklama getirmezler. 6-7 Eylül Olayları derseniz; zaten Rum tüccarlar halkımızı sömürüyordu derler. Oysa kapitalist bir ülkede, sanki ticaret yapmak yasaktır veya bu tüccarlar yasa dışı işler yapıyorsa; devletin ne güne durduğunu açıklamazlar. Mora Katliamları deseniz; zaten Rumlar İngilizlerle işbirliği yapmıştır. Alevi katliamları deseniz; zaten onlar Şah İsmail’in ajanlarıdır ama neden bu katliamların halen sürdüğünü ve Safevilerin yüzyıllar önce tarihe karıştığına dair bir şey söylemezler. Hep bir gerekçeleri vardır. Onlar gavurdur, Masondur, ajandırlar, emperyalizmle işbirliği yapmışlardır, haindirler, komünisttirler, Moskova uşağıdırlar, ateisttirler, münafıklardır… Ama hiçbir zaman emperyalizmin en sadık uşağının Osmanlı ve T.C. olduğunu, topraklarımızın neden ABD ve NATO’ya peşkeş çekildiğini ve örneğin neden; Kıbrıs yerli Türklerinin Türk askeri ve Türkiye Türklerini sevmediğini açıklamazlar. Gerekçe üretme tarihçiliği de, modern tarihe bizden katkı olsun diyelim! Böylece “biz ve öteki”, “biz ve düşmanlar” anlayışıyla beslenen toplumun bireyleri özelinde; “ben ve öteki” tutumuyla bireysel bir faşiste evrilir ve evrildik. Gayet doğal bir tutumdur bu. Artık herkes düşman ve herkes ötekidir. “Dış mihraklar- iç mihraklar” okul kitaplarında da en çok geçen söylemlerdendir en azından. Sokaklarda en çok duyduğum ve her tartışma, kavga anında; “sen benim kim olduğumu biliyor musun lan?” ve elbette karşısındakinin; “asıl sen benim kim olduğumu biliyor musun lan?” dır. Herkes kendine özel ve önemli ama karşısındaki değersiz ve ilk fırsatta ezilip geçilmesi gereken bir haşere! Saygımızı tamamen yitirmenin doğal sonuçları. Tüketim toplumunun, kapitalizmin şişirdiği bireysel egonun doğal sonucu: “sen kendinsin, kendin ol ve sömür hayatı!” Başkaları yoktur, önemli olan bireysel mutluluktur. Oysa toplumdaki her huzursuz insanın, çevresini de huzursuz edeceği ve sosyal güvenliğin güvenlik önlemleriyle sağlanamayacağını unuttuk. Kilit teknolojisindeki ve alarm sistemindeki ilerlemeler, bireysel güvenlik önlemleri, kişi başına düşen güvenlik görevlisi sayısı gibi nice nice önlemler; saygısız ve adaletsiz bir toplumda bireysel güvenliği sağlayamaz. Teknolojinin ve güvenlik önlemlerinin lider ülkesi; ABD’de sağlayabiliyor mu? Ya da kişi başına en fazla polis sayısının düştüğü Rusya’da?

Belki fiziksel şiddet olaylarında, devlet kurumlarında bir miktar azalma olmuş olabilir ya da istatistiki olarak öyle gözüküyordur. Ancak AKP iktidarıyla birlikte ayrımcılık, baskı, hakaret ve mobbing olaylarında ve elbette kadına şiddet, kadın cinayetleri, cinsiyet ayrımcılığı, kadın ve çocuklara cinsel taciz ve tecavüz oranları istatiksel olarak fırlamış bulunuyor! Elbette aile içi şiddet ve toplum içi şiddet konusunda veri elde etmek olanaksız. Yeterli olmasa da; çocuk yoksulluğu, çocuk emeği sömürüsü, çocuk iş kazaları, kayıp çocuklar konusunda bir takım veriler var ama korkunç, vahim… Sadece devlet yurtlarından kayıp iki bin küsür çocuktan bahsediliyor ve ilgili bakanın umurunda bile gözükmüyor. Ders kitaplarından materyallere, müfredata, yönetmeliklere, okul idareci ve eğiticilerinin tavırlarına kadar; ayrımcılık, şiddet, düşmanlık, dincilik, mezhepçilik, gericilikle dolu bir eğitim sisteminin katkısı ne orandadır? Bence bunu tespit etmek olanağı yoktur ama artık toplum olarak geldiğimiz patlama noktasına bakarak bir ilişkilendirme yapabiliriz. En azından din söylemi yükseldikçe ve tüm toplum birilerinin din anlayışına göre hizaya getirilmeye çalışıldıkça* ; insani değerlerin yok olduğunu, şiddetin arttığını, toplumsal huzurun bozulduğunu; en azından son on yılımızı irdeleyerek görebiliriz. Sürekli bölünüyoruz, geriliyoruz ama daha korkuncu; bir kaos veya iç çatışmaya doğru hızla ilerliyoruz. Tarihimizde ve günümüz dünyasında bunun yüzlerce örneği var.

Tarihe önyargısız bakmak ve sınırlamamak çok önemli. Geçmişte de toplumsal huzur ve bireysel eşitliğin sağlandığı sayısız örnek var ama en ilginci; bunun ilk önce Anadolu’da sağlanmış olması! Merakla bekliyordum ve geçen yıl, Çatalhöyük kentinin tamamı ortaya çıkarıldı! Bu kent dünyanın en eski metropolü ama onu asıl ilginç yapan: dünyanın ilk komün metropolü de olması! Bütün konutları eşit, ortak üretmişler ve ortaklaşa bölüşmüşler ve ortaklaşa yönetmişler… Basit özeti bu. Ne saray, ne konak, ne tapınak ve ne de rahip şatosu… elbette yazılı belge olmadığı için kesin konuşamıyoruz ama bir tür muhtarlık ve azalık sisteminin ilk uygulayıcıları olmuş olabilirler. Elbette cinsiyet, mezhep, sınıf, statü ayrımı yoktu. Sonuçta herkes eşit, herkes üretici ve ortak paylaşım var. Bazen uzaklarda aradığımız, yakınımızda ve hatta bizdedir ama biz insanlar nedense hep gökyüzüne veya uzak ufuklara bakar dururuz. Önemli olan ne aradığımızı bilmek ve aradığımız şeyi ona göre aramaktır. Eğer aradığımız huzursa; bunu sadece kendimiz için sağlayamayız. Toplumsal huzurun olmadığı yerde, bireysel huzur nasıl sağlanır ki? Zaten bölünerek, ezerek, sömürerek, dışlayarak, ayrıştırarak ancak çatışma ve savaş yaratılır. Şiddetten arınmayan kişi ve genelinde toplum, huzur bulamaz. O yüzden hiçbir din ve inanç huzuru sağlayamamıştır. Bu birlikte yaşayanların; sevgi-saygı ve güvenle örebileceği, farklılıklara saygı duymayı ve hoşgörüyü egemen kılmayı başardığı bir yapıda mümkündür. Elbette bunun temeli dil ve doğru iletişimdir. Öncelikle her okuma-yazma bilenin; hemen bir iletişim ve yöntemlerine dair  el kitabı alıp okuması, yolun yarısını kat etmek demektir. Diğer yarısı; özeleştiri ve özür dilemeyi öğrenmektir. Başka bir çaba harcamaya gerek yok. İnanın gerisi kendiliğinden gelecektir. Bu kadar kolay işte.

Geçtiğimiz ekim ayında; sorunlu bir çocuk için annesi bana gelmişti. Daha önce iki defa ücretli öğretmen tutulmuş ama kısa bir süre sonra eğiticiler; çocuktaki davranış bozukluklarını kendileriniz düzenleyemeyeceğini söyleyerek çekilmişler. Kendilerine çocuk psikoloğuna gitmelerini tavsiye etmişler. Bana ücret teklif edip yardım istediler ama rehberlik edebileceğimi, ancak emekçilerden ücret alamayacağımı söyleyerek işe koyuldum. Anne ilkokul mezunu ve kendince sol görüşlü bir sanayi işçisiydi. Aile içi yaşantıyı incelediğimde; sorunun annenin ruhsal sorunlarından kaynaklandığını gördüm. Ailenin tek kız çocuğu ve dördüncü sınıf öğrencisiydi. Zeka geriliği olmamasına karşılık, son derece başarısız bir öğrenci ama onun ötesinde ileri derecede davranış bozuklukları vardı. Herhangi bir ruhsal ve zihinsel nedeni olmamasına katrşılık; çocukta ileri derecede dikkat, algı ve konsantrasyon eksikliği vardı. Çocuk fiziksel şiddet görmüyordu ama özellikle annesi sürekli çocuğuna ve eşine bağırıp hakaret ettiğinden; çocuğun kişiliği ve dengesi ileri derecede hasar görmüştü! O da diğer insanlara bağırıp hakaret ediyor, alay ediyor veya ilginç yalanlarla dedi-kodu üretiyordu. Uzun yıllar eğitim hayatında edindiğim, fiziksel şiddetin çocuklarda yarattığı travmadan daha beterini sözlü şiddet yaratmıştı. Bu benim için ilginç bir deneyimdi ama çocuğa yardımcı olamadım. Çünkü anneyi düzeltemediğim ve aile içini çocuğa uygun hale getiremediğim için; maalesef ben de çekilmek zorunda kaldım. Aileyi ve özellikle anneyi eğitemediğinizde, çocuğu eğitemezsiniz.

Yine buna benzer bir vakayı, yakın akrabam olan bir ailede gözlemledim. Anne sürekli çocuğunun yanında eşine bağırıyor, hakaret ediyor, başkalarına ve kendi kızına da hakaret ediyor. Çocuk şimdi birinci sınıfa gidiyor ve o da davranış bozuklukları göstermeye başladı. Defalarca anneyi uyardım, bu davranışının çocuk üzerinde yaratacağı travmayı ve ileride karşılaşabileceği sorunları irdeledim ama nafile. Öğrendiğime göre, artık çaresiz kaldığı için şimdiden çocuğuna fiziksel şiddet uygulamaya da başlamış! Üzüldüğüm nokta; bu durumdaki ebeveynlerin hiçbirinin kendilerinin rahatsız olduğunu kabullenmemeleri ve kendileri için yardımı reddetmeleri… Bu yüzden, çocukları tedavi etmek de olanaksızlaşıyor. Araştırıldığında; bütün bu ebeveynlerin geçmişlerinde şiddet gördükleri veya başka tür travmalar yaşadıkları ortaya çıkıyor. Özellikle çocuklukta yaşanan travma ve şiddet vakaları, kişiliğe ve davranışlara ileri derecede zarar veriyor. Geleceğin huzursuz, asabi, bozuk nesillerini ve suçlularını kendimiz yaratmış oluyoruz. Yoksa şiddetin önlenmesi de; hemen bir toplumu kurtarmaz. İlk adımı atmak önemlidir ama bu kanserin urlarını temizlemek, bir toplumu rehabilite etmek uzun bir süreci ve elbette kararlı, ısrarlı çalışmaları gerektirir. Hele bizim ülkemizde çok zordur bu. Şiddeti gerek sosyal ve gerekse kişisel olarak içselleştirildiği ve hatta kültürün bir parçası olduğunda çok çetrefil bir konudur. Ancak çok büyük ve özverili, bilimsel çalışmalarla yapılabilir bu iş.

*Kendim iyi bir örneğim. Bütün çocukluğum boyunca şiddetin her türlüsüne aile içinde, toplum içinde, eğitim kurumlarında yaygın olarak maruz kaldım. Bu travmalar küçük yaşlardan itibaren davranışlarımı, dengemi ve psikolojimi bozdu. % 70 ruhsal engelliyim. Maalesef şiddeti içselleştirdiğim ve hasarlı psikolojim nedeniyle ben de her kontrolümü kaybettiğimde çevremde şiddet uyguladım. Sonuçta her suçluyu, toplumun  kendisi yetiştirmiyor mu? Ancak psikolojik sorunlarım azaldıkça ve yaşım kemale erdikçe; 4-5 yıldır kendimi önemli ölçüde şiddetten arındırabildim ama benim durumumdakilerin tam rehabilitasyonu da pek olanaklı değil. Ancak, sürekli nefret ve kin söylemlerini tekrarlayıp düşmanlık üreten bu politikacıları hiç affetmeyeceğim. Ben sevgi ve barış çağrısı yapacağım; çocuklarımızın geleceği için. “Düşmanınızı seveceksiniz” demişti bir peygamber; hangi peygamber veya hangi din olduğunun ne önemi var ki? İçinde sevgi ve saygı olan her şey doğrudur ve insancadır. Elbette her dinin ve inancın üstündedir. “Eğer kişi, sevgi üretemiyorsa hiçbir şey üretemiyordur” demişti filozofun biri. İsterseniz Adam Smith demiş olsun veya Aristo; ne fark eder ki?

Hiç yorum yok: