Fakültenin son sınıfındayken,
yarım dönemliğine “sosyal psikoloji” dersi koymuşlardı. En çok bu dersi
sevmiştim aslında. Bu ara bilim dalı çok işime yaradı. Şimdiler de düşünüyorum
da; bazen yazmaya kendimden başlıyorum ama sonuçta toplumun ortak bir yarasına
parmak basmış oluyorum. Toplumun bir
sorunundan başlıyorum ama bir de bakıyorum; kendi sorunlarımı yazmışım. Tarih
boyu hukukçular, siyasetçiler, felsefeciler; “suç bireysel midir?” veya “bireysel suçların kökeni topsumsal mıdır?”
diye boşuna tartıştılar. Gerçi yakın zamana kadar, sadece şovenistlik olsun
diye kötü ruhlu insanlardan ya da, “canavarca hisle” gibi yakıştırmalardan söz
edenler oldu veya oluyor… Elbette amaç kitleleri kışkırtmak veya siyasi rant
elde etmek. Yoksa Freud; insanın ruhsal mekanizmasını çözdüğünde tartışma
bitmişti. Sonuçta hepimizin genetik yapısı, hücre yapısı ya da sinir sistemimiz
gibi aynı tür bir ruhsal yapımız yani türdeş bir iç yapıya sahiptik. Zaten bu
gün bir psikoloji veya psikiyatriden söz ediyorsak ya da bilimden söz
ediyorsak; neden yüzlerce yıl öncesinin saçma tartışmalarına dönelim ki?...
Yani; “yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan çıkar?” örneği.
Acaba son iki aya kadar, genelde
depresyonlu ve dalgın mıydım ki; bu şiddet olayları bu kadar dikkatimi çekmiyordu?
Medyadaki kadın cinayetlerinden, kadın ve çocuklara şiddetten söz etmiyorum.
Kendi tanık olduklarımdan söz ediyorum. Sokak kavgalarını, kendi yediğim meydan
dayaklarını ve polis işkencesini de işin içine katmayacağım. Özellikle üç-dokuz
yaş grubundaki çocuklara bizzat anneleri tarafından taşıma araçları veya
sokakta, son iki ayda en az; sekiz şiddet olayına tanık oldum! Bağırıp,
hakaret, tehdit ve küfürleri de saymıyorum; bizzat kaba dayaktan söz ediyorum.
Öncelikle bu bebek ve çocukların yüzüne şamarla vuruluyor, çocuk elleriyle
yüzünü kapattığında da; artık kafasına, sırtına ve kalçalarına silleler iniyor!
Sonra ağlayan çocuk, sürüklenerek götürülüyor. İlginçtir; ne resmi görevliler
ve ne de vatandaşlar, bir uyarıda bile bulunmuyor. Bizim ülkemizde; kişilerin
kendi çocuk, eş veya himayelerindeki kişileri dövmeleri veya yaralamaları doğal
bir hak olarak görülüyor. Ben de defalarca dedem tarafından, yaz Kuran
Kurslarına; “eti senin, kemiği benim” denilerek teslim edildim! Her gün bir
sure veya duayı ezberleyebilmeme, yedi yaşındayken Kuran okumaya başlamama
karşın, bu mekteplerde kalın sopalarla dayak yemekten hiç kurtulamadım. Benim
çocukluğumda zaten, okullarda da dayağın en alası vardı. Hatırlamadığıma göre;
daha iki-üç yaşındayken şiddetle tanışmış olmalıyım! Çok geniş bir kırsal
ailede; her büyüğün bir küçüğünü dövme hakkı vardı zaten. Gerçi hala öyledir
ya. Her zaman medyaya yansıyanlar;
“buzdağının görünen kısmıdır”. Hiçbir toplumda ensest ilişkinin yaygınlığı,
şiddet, tecavüz, taciz, ayrımcılık, hayvanlara tecavüz, uyuşturucu kullanımı,
fuhuş, aile içi şiddet ve baskıyı istatistikler ve medya yoluyla ortaya
koyamayız. Araştırma kuruluşları da, alan araştırmalarıyla sadece, eğilim ve
tutumları belirleyebilir.
Bazen sosyologların;
toplumumuzdaki şiddeti çok genel bir yargıyla; doğulu olmamız gerçeğine
bağlarlar. Ancak şiddet coğrafi değildir. Biz Rusya’dan daha doğuda değiliz
sonuçta. Sovyetler Birliği döneminde çok geniş bir coğrafyada çocuğa ve kadına
karşı ve toplum içi şiddet neredeyse sıfır düzeyine indirgendi. Gerçi,
kapitalistleşen Rusya ve diğer ülkelerde yine sosyalizm öncesine geri dönülüyor
ama en azından, çocuklara ve kadınlara karşı yaygın bir şiddet yok. Ya da Çin,
Kore ve Japonya gibi daha doğudaki coğrafyalarda da şiddet olaylarına
rastlamıyoruz veya cüzi münferit olaylar görüyoruz. Batı Avrupa daha farklı bir
kültürden geliyor. Ortaçağ’da şiddet yaygınken de, en azından çocuk ve kadınlar
için yaygın bir şiddet göremiyoruz. Elbette kadın ayrımcılığı ve cadı avları
var ama en azından yaygın bir aile içi, sosyal şiddet yok. Zaten laiklik ve
aydınlanma dönemlerinden sonra, dinin sosyal hayattan kiliselere hapsedilmesi
hızla kadın ayrımcılığını da ortadan kaldırmıştır. Bu babda, şiddetin dinsel
kökenlerinden bahsedebiliriz. Semavi dinler grubunda Hristiyanlık farklı bir
dindir. Doğuşundan itibaren laik bir özü olması; kadını tümden dışlamaması
yanında; vahiy dini olmaması da onu, Musevilik ve İslamiyetten ayrıştırır. En
azından Tanrı kelamı olmadığı için, reformist bir yönü vardır ve zaman içinde
koşullara göre esnetilebilir veya farklı uygulamalara gidilebilir. Yani
kardinaller kurulu, geçmiş gelenek ve uygulamaları zaman zaman kaldırıp, yeni
yorumlar getirebilir veya sıklıkla yapılmıştır. Hatta papa çıkıp, yanlış
uygulamalar için özür de dilemiştir. Vahiy dinlerinde böyle uygulamalar olamaz,
çünkü; Allah’ın hükmü kesindir. Sonuçta; “şeriatın kestiği parmak acımaz!” yani
dini hüküm, neyse odur ve asla aksi yorumlanıp uygulanamaz…
Elbette her şeyi dini hükümlere
de bağlayamayız. Sonuçta din de kültürün bir parçasıdır ama bir toplumdaki dini
de; zaman içinde insanların gereksinimleri biçimlendirir. Hiçbir vahiy dini de
zaten, ilk ortaya çıktığı gibi ve kutsal kitaplardaki gibi uygulanmaz. Zaten
değişik coğrafya ve kültürlere göre de çok fazla farklılık gösterir. Hanefi bir
mahallede, Alevilerle iç içe yetiştim. Onlarla aynı kültüre sahiptik veya bir
sorun yaşamıyorduk. Gençlik yıllarımda Şafi inancından toplulukların içinde
yaşamaya başlayınca, çok şaşırdım. Fıkhi ve ameli, neredeyse hiç ortak yanımız
olmadığını gördüm ve epey önemli bir zaman uyum sorunu yaşadım. Oysa Türkiye’nin
hiçbir Alevi topluluğunda böyle bir sorun yaşamadım. Batı Avrupa’ya gittiğimde
de; Rum, Ermeni, Suryani ve İtalyanlarla kültürümüzün çok benzediğini görmek
beni çok şaşırttı. Özellikle İtalyanlarla benzerliklerimize şaşırdım. Örneğin
Alman ve Fransızlarla hemen hiçbir sosyo-kültürel ortak nokta bulamadım.
Elbette bunların nedenlerine ve kökenlerine inmek beni aşan bir konudur. Yoksa
kendimce bir takım yorumlarda bulunmak da, ukalalık olur. Elbette sosyolog ve sosyal psikologların bu
konularda, epey fazla çalışması var. Elbette dilbilimciler de, dillerin
kökenlerine inerek; önemli ölçüde geçmiş kültürel ilişkileri ortaya koyabiliyorlar
ama tabi, ben naçizane onların araştırmalarını okuyup anlamaya çalışacak kadar
bu konuları biliyorum. Elbette ulaşabildiğim kadarıyla –ki; zaten Türkçe
dışında bir dile vakıf değilim.
Elbette Kuran’da kadınlara şiddet
uygulanması ve çok eşlilikle ilgili yeterli ayet ve çocuklara şiddet uygulanmasıyla
ilgili epey sahih hadis de var ama yine de bu konularda da, Tevrat’la Kuran
arasında çok fazla farklılık olduğu söylenemez. Ancak bunları da, İslam
toplumlarındaki yaygın şiddeti açıklamak için temel neden olarak ileri
süremeyiz. Birincisi; Yahudi toplumlarında neden bu denli yaygın şiddet yoktur?
İkincisi; en koyu şeriat ülkelerinde bile, Kuran ve hadisler birebir
uygulanmakta mıdır? Üçüncüsü; Hz. Muhammed’in ölümünden sonra da aynı İslam
anlayışı egemen midir? Hatta peygamber döneminde bile İslam anlayışı aynı
konularda bile kısa zaman içinde farklılık ve tezat gösterdiği kanıtlarıyla
sabittir. Örneğin epey Kuran ayeti bile, zamanla o konuda farklı ayetler
geldiği için ilga edilmiş ve hükmü kaldırılmıştır. En azından İslamiyet, Medine
coğrafyasından çıktığı andan itibaren farklılaşmaya başlamıştır. Zaten tarih
boyunca hiçbir zaman ve özellikle İslamiyet için; devlet dini ile toplum dini
aynı olmamıştır. Zaten hep ilahiyatçılar hanedanların yanında yer alarak ve
onların meşruiyeti için, dini hükümleri iyice eğip bükmüşlerdir. Bu nedenle her
yönetimin ayrı bir İslamiyet anlayışı ve politikası olduğu ortadadır. Günümüzde
de öyle olmak zorundadır. Zaten sömüren ve sömürülen ilişkisi ortadan
kaldırılmadan, hiçbir yönetim din tekelini kontrol altına almadan hükmedemez.
Bu ilişkiler açık veya dolaylı olmak zorundadır. Sonuçta hiçbir ilahiyatçı
maaşını Allah’tan almaz! Öyleyse kendi ekonomik konforunu sağlayanlara
hizmetini kesemez. Yani en laik ve uygar dediğimiz ülkelerin de, örtülü veya
örtüsüz bir yönetim-ruhbanlar (ilahiyatçılar) ilişkisi, eşyanın doğası
gereğidir.
Zaten benim yediğim kaba
dayakların önemli bir bölümü devlet okullarında olsa da; en fazlası ve daha
şiddetlisi dini mekteplerde olmuştur. Sonuçta bir toplum da şiddet
içselleşmişse; bunda bütün kurumların da katkısı vardır. Zaten şiddeti
dışlamayı başarmış olan toplumlara bakarsak; devlet ve din kurumlarının da
bununla yoğun mücadele ve örneklik etmiş olduklarını görürüz. Aslında Türkiye
coğrafyasındaki bütün toplulukların genel yapısı duygusaldır. Ancak sorun saygı
ve hoşgörü eksikliğindedir. Farklılıklara saygı, bireye saygı, doğaya ve tüm
canlılara saygı… Yok, hiçbiri yok. Olamaz da. 1950’lerden beri, profesyonel
veya amatör her politikacının beylik sözü; “bu ülkenin % 99’u Müslümandır”. 1980’
den beri de zorunlu din dersleri, Alevilere de elbette zorunludur. Şimdi tutup
da; toplumda saygı ve hoşgörüden mi söz edeceğiz? Herhangi bir resmi devlet
görevlisinin; inançlara saygıdan söz etmesinin bir inandırıcılığı olabilir mi?
Önceden sokaklarda duyduğumuz; “Ermeni tohumu”, “Rum tohumu”, gavur, “düşman
bile yapmaz”, “Yahudi, Zerdüşt, Hristiyan yapmaz” sözcüklerini medyadan veya
politikacılardan o kadar çok duymaya başladık ve kanıksadık ki!... Elbette
edepsiz, ahlaksız, bölücü, vatan haini, haşhaşi, yedirmem, yok öyle, dinsiz…
gibi onlarca hakaret ve küfür sıfatlarını saymayacağım. Bir devletin
parlamentosu, yönetim aygıtının kendisi ayrımcılığın, bölücülüğün, küfür ve
şiddetin merkezi olduğunda; toplum barışı ve huzurunun nasıl tesis edilebileceğini
bilen bilim insanları varsa; lütfen bizleri aydınlatsınlar!
Elbette hizaya getirmek, Barbar
kültürlerinde de vardır. “biat-itat” kültürünü çok fazla dine bağlamamak lazım.
Çünkü, Ortaçağ Arabistan kültürü böyleydi. Evet, “Kuran” da “takiye” yi Müslümanlara
mubah kılmıştır ama bütün İslam yönetimlerinde bunların farz olarak uygulanması
ve XXI. Yüzyıl Türkiye’sinde bütün iktidar ve İslami kesimler tarafından
Ortaçağ yöntem ve yönetim anlayışlarına geri dönülmesi; dinsel değildir. Türk
tarihçilerine göre; İlkçağ’da Çin entrikaları vardır, Ortaçağ’da Bizans
entrikaları… Aslında entrikaların babası, halifelik saraylarındadır. Bu
konularda hiçbir saray, Osmanlı sarayının eline su dökemez! Çünkü onlar, doğu
ve batının en iyi sentezidir. Bu yüzden mükemmelleşmişlerdir. Ancak yine de,
“Hz. Ömer’in Adaleti” veya “Osmanlı Barışı” ndan dem vurulur. Hiçbir İslam
ülkesi, tarihte barbarlık, katliam yapmamıştır, hiçbir biçimde tecavüz
etmemişlerdir ve İslam yönetiminin olduğu her yer huzur bulmuştur… Avrupalı
tarihçileri aslında büyük çoğunluğu inkarcı olmadığı ve genel olarak, bilimsel
tarihçi oldukları için severim. Bizimkilerin belge uydurması bir yana; genelde
belgeleri de tahrif ve çarpıtmaya çalışmaları insanlık adına ihanettir! Hiç
kesintisiz devam eden katliamlar tarihimizi bile görmeze gelmeyi ve inkar
etmeyi nasıl başarıyorlar anlayamıyorum! 6-7 Eylül Olayları’nı, Maraş- Çorum
Katliamları’nı, Madımak Oteli Katliamları gibi vahşetleri bile; “toplumsal
infiale” bağlamalarının nedenini galiba hiçbir zaman çözemeyeceğim.
Bunlarla tartışamazsınız.
“Tehcir” deseniz; zaten Ermeniler de Türkleri katlediyordu, Osmanlı kendini
savundu derler. Ama, İç Anadolu’daki veya Çorum, Amasya’daki Ermenilerin neden
sürüldüğüne açıklama getirmezler. 6-7 Eylül Olayları derseniz; zaten Rum
tüccarlar halkımızı sömürüyordu derler. Oysa kapitalist bir ülkede, sanki
ticaret yapmak yasaktır veya bu tüccarlar yasa dışı işler yapıyorsa; devletin
ne güne durduğunu açıklamazlar. Mora Katliamları deseniz; zaten Rumlar
İngilizlerle işbirliği yapmıştır. Alevi katliamları deseniz; zaten onlar Şah
İsmail’in ajanlarıdır ama neden bu katliamların halen sürdüğünü ve Safevilerin
yüzyıllar önce tarihe karıştığına dair bir şey söylemezler. Hep bir gerekçeleri
vardır. Onlar gavurdur, Masondur, ajandırlar, emperyalizmle işbirliği
yapmışlardır, haindirler, komünisttirler, Moskova uşağıdırlar, ateisttirler,
münafıklardır… Ama hiçbir zaman emperyalizmin en sadık uşağının Osmanlı ve T.C.
olduğunu, topraklarımızın neden ABD ve NATO’ya peşkeş çekildiğini ve örneğin neden;
Kıbrıs yerli Türklerinin Türk askeri ve Türkiye Türklerini sevmediğini
açıklamazlar. Gerekçe üretme tarihçiliği de, modern tarihe bizden katkı olsun
diyelim! Böylece “biz ve öteki”, “biz ve düşmanlar” anlayışıyla beslenen
toplumun bireyleri özelinde; “ben ve öteki” tutumuyla bireysel bir faşiste
evrilir ve evrildik. Gayet doğal bir tutumdur bu. Artık herkes düşman ve herkes
ötekidir. “Dış mihraklar- iç mihraklar” okul kitaplarında da en çok geçen
söylemlerdendir en azından. Sokaklarda en çok duyduğum ve her tartışma, kavga
anında; “sen benim kim olduğumu biliyor musun lan?” ve elbette karşısındakinin;
“asıl sen benim kim olduğumu biliyor musun lan?” dır. Herkes kendine özel ve
önemli ama karşısındaki değersiz ve ilk fırsatta ezilip geçilmesi gereken bir
haşere! Saygımızı tamamen yitirmenin doğal sonuçları. Tüketim toplumunun,
kapitalizmin şişirdiği bireysel egonun doğal sonucu: “sen kendinsin, kendin ol
ve sömür hayatı!” Başkaları yoktur, önemli olan bireysel mutluluktur. Oysa
toplumdaki her huzursuz insanın, çevresini de huzursuz edeceği ve sosyal
güvenliğin güvenlik önlemleriyle sağlanamayacağını unuttuk. Kilit
teknolojisindeki ve alarm sistemindeki ilerlemeler, bireysel güvenlik
önlemleri, kişi başına düşen güvenlik görevlisi sayısı gibi nice nice önlemler;
saygısız ve adaletsiz bir toplumda bireysel güvenliği sağlayamaz. Teknolojinin
ve güvenlik önlemlerinin lider ülkesi; ABD’de sağlayabiliyor mu? Ya da kişi
başına en fazla polis sayısının düştüğü Rusya’da?
Belki fiziksel şiddet
olaylarında, devlet kurumlarında bir miktar azalma olmuş olabilir ya da
istatistiki olarak öyle gözüküyordur. Ancak AKP iktidarıyla birlikte
ayrımcılık, baskı, hakaret ve mobbing olaylarında ve elbette kadına şiddet,
kadın cinayetleri, cinsiyet ayrımcılığı, kadın ve çocuklara cinsel taciz ve
tecavüz oranları istatiksel olarak fırlamış bulunuyor! Elbette aile içi şiddet
ve toplum içi şiddet konusunda veri elde etmek olanaksız. Yeterli olmasa da;
çocuk yoksulluğu, çocuk emeği sömürüsü, çocuk iş kazaları, kayıp çocuklar
konusunda bir takım veriler var ama korkunç, vahim… Sadece devlet yurtlarından
kayıp iki bin küsür çocuktan bahsediliyor ve ilgili bakanın umurunda bile
gözükmüyor. Ders kitaplarından materyallere, müfredata, yönetmeliklere, okul
idareci ve eğiticilerinin tavırlarına kadar; ayrımcılık, şiddet, düşmanlık,
dincilik, mezhepçilik, gericilikle dolu bir eğitim sisteminin katkısı ne
orandadır? Bence bunu tespit etmek olanağı yoktur ama artık toplum olarak
geldiğimiz patlama noktasına bakarak bir ilişkilendirme yapabiliriz. En azından
din söylemi yükseldikçe ve tüm toplum birilerinin din anlayışına göre hizaya
getirilmeye çalışıldıkça* ;
insani değerlerin yok olduğunu, şiddetin arttığını, toplumsal huzurun
bozulduğunu; en azından son on yılımızı irdeleyerek görebiliriz. Sürekli
bölünüyoruz, geriliyoruz ama daha korkuncu; bir kaos veya iç çatışmaya doğru
hızla ilerliyoruz. Tarihimizde ve günümüz dünyasında bunun yüzlerce örneği var.
Tarihe önyargısız bakmak ve
sınırlamamak çok önemli. Geçmişte de toplumsal huzur ve bireysel eşitliğin
sağlandığı sayısız örnek var ama en ilginci; bunun ilk önce Anadolu’da
sağlanmış olması! Merakla bekliyordum ve geçen yıl, Çatalhöyük kentinin tamamı
ortaya çıkarıldı! Bu kent dünyanın en eski metropolü ama onu asıl ilginç yapan:
dünyanın ilk komün metropolü de olması! Bütün konutları eşit, ortak üretmişler
ve ortaklaşa bölüşmüşler ve ortaklaşa yönetmişler… Basit özeti bu. Ne saray, ne
konak, ne tapınak ve ne de rahip şatosu… elbette yazılı belge olmadığı için
kesin konuşamıyoruz ama bir tür muhtarlık ve azalık sisteminin ilk
uygulayıcıları olmuş olabilirler. Elbette cinsiyet, mezhep, sınıf, statü ayrımı
yoktu. Sonuçta herkes eşit, herkes üretici ve ortak paylaşım var. Bazen
uzaklarda aradığımız, yakınımızda ve hatta bizdedir ama biz insanlar nedense
hep gökyüzüne veya uzak ufuklara bakar dururuz. Önemli olan ne aradığımızı
bilmek ve aradığımız şeyi ona göre aramaktır. Eğer aradığımız huzursa; bunu
sadece kendimiz için sağlayamayız. Toplumsal huzurun olmadığı yerde, bireysel
huzur nasıl sağlanır ki? Zaten bölünerek, ezerek, sömürerek, dışlayarak,
ayrıştırarak ancak çatışma ve savaş yaratılır. Şiddetten arınmayan kişi ve
genelinde toplum, huzur bulamaz. O yüzden hiçbir din ve inanç huzuru
sağlayamamıştır. Bu birlikte yaşayanların; sevgi-saygı ve güvenle örebileceği,
farklılıklara saygı duymayı ve hoşgörüyü egemen kılmayı başardığı bir yapıda
mümkündür. Elbette bunun temeli dil ve doğru iletişimdir. Öncelikle her
okuma-yazma bilenin; hemen bir iletişim ve yöntemlerine dair el kitabı alıp okuması, yolun yarısını kat
etmek demektir. Diğer yarısı; özeleştiri ve özür dilemeyi öğrenmektir. Başka
bir çaba harcamaya gerek yok. İnanın gerisi kendiliğinden gelecektir. Bu kadar
kolay işte.
Geçtiğimiz ekim ayında; sorunlu
bir çocuk için annesi bana gelmişti. Daha önce iki defa ücretli öğretmen
tutulmuş ama kısa bir süre sonra eğiticiler; çocuktaki davranış bozukluklarını
kendileriniz düzenleyemeyeceğini söyleyerek çekilmişler. Kendilerine çocuk
psikoloğuna gitmelerini tavsiye etmişler. Bana ücret teklif edip yardım
istediler ama rehberlik edebileceğimi, ancak emekçilerden ücret alamayacağımı
söyleyerek işe koyuldum. Anne ilkokul mezunu ve kendince sol görüşlü bir sanayi
işçisiydi. Aile içi yaşantıyı incelediğimde; sorunun annenin ruhsal
sorunlarından kaynaklandığını gördüm. Ailenin tek kız çocuğu ve dördüncü sınıf
öğrencisiydi. Zeka geriliği olmamasına karşılık, son derece başarısız bir
öğrenci ama onun ötesinde ileri derecede davranış bozuklukları vardı. Herhangi
bir ruhsal ve zihinsel nedeni olmamasına katrşılık; çocukta ileri derecede
dikkat, algı ve konsantrasyon eksikliği vardı. Çocuk fiziksel şiddet görmüyordu
ama özellikle annesi sürekli çocuğuna ve eşine bağırıp hakaret ettiğinden;
çocuğun kişiliği ve dengesi ileri derecede hasar görmüştü! O da diğer insanlara
bağırıp hakaret ediyor, alay ediyor veya ilginç yalanlarla dedi-kodu
üretiyordu. Uzun yıllar eğitim hayatında edindiğim, fiziksel şiddetin
çocuklarda yarattığı travmadan daha beterini sözlü şiddet yaratmıştı. Bu benim
için ilginç bir deneyimdi ama çocuğa yardımcı olamadım. Çünkü anneyi
düzeltemediğim ve aile içini çocuğa uygun hale getiremediğim için; maalesef ben
de çekilmek zorunda kaldım. Aileyi ve özellikle anneyi eğitemediğinizde, çocuğu
eğitemezsiniz.
Yine buna benzer bir vakayı,
yakın akrabam olan bir ailede gözlemledim. Anne sürekli çocuğunun yanında eşine
bağırıyor, hakaret ediyor, başkalarına ve kendi kızına da hakaret ediyor. Çocuk
şimdi birinci sınıfa gidiyor ve o da davranış bozuklukları göstermeye başladı.
Defalarca anneyi uyardım, bu davranışının çocuk üzerinde yaratacağı travmayı ve
ileride karşılaşabileceği sorunları irdeledim ama nafile. Öğrendiğime göre,
artık çaresiz kaldığı için şimdiden çocuğuna fiziksel şiddet uygulamaya da
başlamış! Üzüldüğüm nokta; bu durumdaki ebeveynlerin hiçbirinin kendilerinin
rahatsız olduğunu kabullenmemeleri ve kendileri için yardımı reddetmeleri… Bu
yüzden, çocukları tedavi etmek de olanaksızlaşıyor. Araştırıldığında; bütün bu
ebeveynlerin geçmişlerinde şiddet gördükleri veya başka tür travmalar
yaşadıkları ortaya çıkıyor. Özellikle çocuklukta yaşanan travma ve şiddet
vakaları, kişiliğe ve davranışlara ileri derecede zarar veriyor. Geleceğin
huzursuz, asabi, bozuk nesillerini ve suçlularını kendimiz yaratmış oluyoruz.
Yoksa şiddetin önlenmesi de; hemen bir toplumu kurtarmaz. İlk adımı atmak
önemlidir ama bu kanserin urlarını temizlemek, bir toplumu rehabilite etmek
uzun bir süreci ve elbette kararlı, ısrarlı çalışmaları gerektirir. Hele bizim
ülkemizde çok zordur bu. Şiddeti gerek sosyal ve gerekse kişisel olarak
içselleştirildiği ve hatta kültürün bir parçası olduğunda çok çetrefil bir
konudur. Ancak çok büyük ve özverili, bilimsel çalışmalarla yapılabilir bu iş.
*Kendim iyi bir örneğim. Bütün çocukluğum boyunca
şiddetin her türlüsüne aile içinde, toplum içinde, eğitim kurumlarında yaygın
olarak maruz kaldım. Bu travmalar küçük yaşlardan itibaren davranışlarımı,
dengemi ve psikolojimi bozdu. % 70 ruhsal engelliyim. Maalesef şiddeti
içselleştirdiğim ve hasarlı psikolojim nedeniyle ben de her kontrolümü
kaybettiğimde çevremde şiddet uyguladım. Sonuçta her suçluyu, toplumun kendisi yetiştirmiyor mu? Ancak psikolojik
sorunlarım azaldıkça ve yaşım kemale erdikçe; 4-5 yıldır kendimi önemli ölçüde
şiddetten arındırabildim ama benim durumumdakilerin tam rehabilitasyonu da pek
olanaklı değil. Ancak, sürekli nefret ve kin söylemlerini tekrarlayıp düşmanlık
üreten bu politikacıları hiç affetmeyeceğim. Ben sevgi ve barış çağrısı
yapacağım; çocuklarımızın geleceği için. “Düşmanınızı seveceksiniz” demişti bir
peygamber; hangi peygamber veya hangi din olduğunun ne önemi var ki? İçinde
sevgi ve saygı olan her şey doğrudur ve insancadır. Elbette her dinin ve
inancın üstündedir. “Eğer kişi, sevgi üretemiyorsa hiçbir şey üretemiyordur”
demişti filozofun biri. İsterseniz Adam Smith demiş olsun veya Aristo; ne fark
eder ki?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder