Gün batımını ne zamandır
izlememişti. Hiç bir köpeği sevmemiş, kuşları beslememişti uzun süredir.
Sinemaya gitmemekle beraber, televizyonda bile güzel bir film seyretmemişti
koltuğa yayılıp birasını açarak.. Hatta resim de yapmıyor, bilim dergileri ve
kitap da okumuyordu artık.
Bunları düşünürken çok hızlı
yürüdüğünü fark etti, yavaşladı. Yorulmuştu. Saatine baktı: Beşi on geçiyordu. Saatinin yelkovanı, camındaki
çatlakla üst üste gelmişti. Bir süre ona baktı, bir yandan yürüyerek. Yelkovan
çatlağın altından ilerleyince bakmayı kesti.
İki yıldır bu işteydi. Şaşıyordu
kendine, hissizleşmişti. İlk bir ay,
nasıl da kabus gibiydi onun için. Her sabah kalkarken küfrediyor, yarın sabah
gitmeyeceğini, patronuyla konuşup işi bıraktığını söyleyeceğini hayal ediyordu.
İki yıldır, her çalar saat sesinde aynı tarifsiz mutsuzluğu yaşıyor, ölecek
gibi hissediyordu. Bu zor zamanlarda bir iş sahibi olduğundan, annesi mutluydu
sadece. Memnuniyetini açıkça belli ediyordu; “seninle gurur duyuyorum.” Diyor,
sarılıp da öpüyordu iki de bir gülümseyerek. “Çalışkan oğlum benim.” Adam da
sararmış suratıyla zordan bir gülümsemeyle karşılık veriyordu buna. Aslında beceriksiz, isteksiz biri olduğundan,
annesi motive amaçlı yapıyordu bu övgüleri, farkındaydı adam. Alt tarafı
tanıdığı sayesinde girdiği bankada veznedarlık yapıyordu, icat yapmış gibi
tepkiler veren annesine aldanmaya lüzum yoktu.
Bankada her gün onca insanla muhatap
olmak ve hepsine güler yüzlü görünmek kolay da değildi hiç. Belki de sadece ona
kolay gelmiyordu bu, bilmiyordu. İki yıl kısa bir süre ama yaptığı her şeyi bir
işkence olarak algıladığı için, vücudu ve beyni ona tepki veriyordu; olduğundan
sağlıksız ve yaşlı göstermişti kısa zamanda. Annesi, onu yağlı yemeklerle
beslemeye çalışıyordu. Böylece sağlıklı, güçlü olabilirdi yeniden. Yağlı ve
etli yemekler.. Sebze yemeklerini de
tavuklu yapardı annesi, oğlu için. Kendisi sevmezdi hiç etli yemek ama oğlu
zayıftı. Arada bir de dana ya da kuzu pişerdi. Sigarayı bırakalı 1 buçuk sene
olmuştu neredeyse; ama o ağır yemeklerden sonra, her seferinde, ciğerlerini
yoğun dumanla doldurmak istiyordu. Otuz iki yaşında sigarayı bırakmanın ne
anlamı vardı ki, daha içebilirdi; ellisine gelince bırakırdı nasıl olsa.
Eve yaklaştığında elini cebine attı.
Anahtarı yine ilk seferde bulamamıştı. Bunu anlayamıyordu bir türlü. Yıllardan
beri anahtar sürekli diğer cebinde oluyordu. İki ihtimal olduğu halde sürekli
diğer cepten çıkıyordu anahtar. Hayatındaki bu aksilikleri önemsiyordu. Anahtar
nasıl olur da hep elini atmadığı tarafta
olurdu? Söylenerek açtı kapıyı. Yüzüne ılık bir havasızlık vurdu. Bayat
kokuyordu. Camı açtıktan sonra soyunmaya başladı hemen. Don atlet kalınca
aynanın karşına geçti. Biraz süzdü kendini. Yanağına dokundu. Saçlarını geriye
doğru yatırdı. Donuyla atletini de çıkardı; kamburlaşmış, zayıflamıştı. Eskiden
de öyleydi ama daha da çökmüş gibiydi şimdi. Gözlerinin altı morarmıştı. Bu
haline üzüldü birden, gülümsemeye çalıştı ama suratı daha anlamsız ve acınası
bir hal takındı. İnatla gülmeye çalıştı; kaşları düştü, göz kenarları ve alnı
kırış kırış oldu, bakışlarından mutsuzluk akıyordu; sanki yanaklarına olta
geçirilmiş, zorla gülümsetiliyordu adam. Zavallılığa bulandı. Soğuk suyun
altına girdi. Şarkı söylemeyi denedi biraz. Sesi isteksiz çıkıyordu ama banyoda
şarkı mırıldanmak zorunda hissederdi kendini hep. İzin kullanmak geldi aklına birden adamın.
Hemen yarın. Nasılsa tanıdıktı, bu zamana kadar da bırak bir şeyler istemeyi,
ağzını açıp günaydın dışında bir cümle bile kurmamıştı. Tam istenilen bir
çalışandı. Saçını köpürtmeyi bırakmış, donakalmış düşünüyordu. Düşünürken
şarkıyı kesmemişti ama sözlerini karıştırıyordu. Ne zamandır yapmadıklarını
yapardı belki; film izler, kitap okur, hayvanları severdi. Ama bunları bu
şehirde değil sakin bir yerlerde, deniz kenarında, ağaçların arasında yapsa
müthiş olmaz mıydı, belki düzelirdi her şey? Her şeyin düzelme ihtimali
kafasından geçtiğinde, karnında bir dalgalanma hissediyordu. Birkaç
saniyeliğine heyecanlanıyordu adam. Gözünü yakan şampuanla aniden şarkıyı
kesti.
Telefon çalmaya başladığında henüz
çıkıyordu banyodan. Arayanın annesinden başkası olduğunu hayal etti. Çok güzel
bir kadın, uzun süredir onu izlediğini ve deli gibi aşık olduğunu, onu
arzuladığını söyleyecekti.. Bu düşünceye inanmış gibi açtı telefonu. Alo demeye
fırsat bulamadan, “oğluşum..” dedi telefondaki ses. “Nasılsın, yemek yedin mi,
bugün n’aptın, ne zaman geldin?” Soruları cevap beklemeyen, deli işi kelime
öbekleriydi; oğlunun mutsuzluğunun farkında olan, bunun için ağır endişeler
taşıyan ama elinden hiç bir şey gelmeyen bir annenin yardım çığlıklarıydılar.
Annesini elbet seviyordu ama onun aramış olması canını sıktı. Çünkü mutsuzluğu
bir anneye belli etmemeye çalışmak, bu dünyadaki en zor şeydir. Annesi şehir
dışındaydı bir haftadır, defalarca yapma
denmesine karşılık kimseyi dinlemeyen ve avizeleri silmek için çıktığı
sandalyeden düşüp kalçasını kıran, bir ay kadar yatıp, iniltilerle ölen yaşlı
teyzesinin cenazesine gitmişti İzmit’e. Avizeyi çok sever, her gün teker teker
silerdi kadınceğiz kristalleri. Ne silmekten geri durur, ne başkasına
elletirdi. Silip parlatır, oturur yarım saat onu izlerdi sonra gülümseyerek.
Annesinin sorularının bittiğini fark ederek ne zaman geleceğini sordu. Biraz daha sohbet ederek kapattılar. Kimseyi
sormadığı halde annesinin tüm akrabalara onun adına abartarak selam
söyleyeceğini tahmin etti. İki güne gelecekti anne. Bu çoktu. Zaten yeterince
yalnız kalmamış mıydı?
Annenin başı yastığa değer değmez
oğlu düşer aklına hemen. Düşünmekten uyuyamaz,
gülemez, kimseyle konuşup anlatılanı dinleyemez; boyuna rol yapardı. Gözleri
doldu. Geldiğinde ona tavuklu patates yemeği yapacaktı. Yanında yoğurt ya da
karpuz verirdi, artık ne isterse. Oğlunun daha da zayıflamış olma ihtimaliyle
endişeleniyordu. Uzun zamandır ilk kez bu kadar ayrı kalmışlardı. Yanağından
ardı sıra süzülüp, pıt pıt diye, damlayan bir musluk gibi yastığına düşürdü
yaşları. Oğlu için çok dua ederdi, yine etti. Bu kadar içten bir kadının,
böylesine masum istekleri neden geri çeviriliyor, istekleri ve olanlar neden
hep birbirine zıttı, vardır bir hikmeti. Bir tahta kurusu yatağın ahşap bacağını
kemirmeye başladı ki kadın bu sesin kafasının içinden geldiğini sanıyor ama
kendisi için endişelenemiyordu oğlunu düşünmekten. Oğlunun yeşil, iri gözlerini
düşündü. Gülümsedi anne ağlarken. Elmacık kemikleri biraz çıkık ve yanakları
çöküktü adamın. Yandan ayırdığı saçları, kulağının yarısını örterdi. Geniş bir
alnı vardı. Son zamanlarda alnındaki birkaç kırışık ve gözlerinin altındaki
siyahlıklar üzüyordu anneyi. Anneyi her şey üzüyordu ve daha çok beslemek
istiyordu oğlunu üzüldükçe. Elinden beslemekten başka bir şey gelmiyordu
kadının. Hatta adamın ince uzun elleri yorulmasındı, annesi onu besler, dalgalı
saçlarını da okşardı bir yandan. Neden, neden bu kadar mutsuz, solgun suskundu
oğlu, neden? Sevgi dolu bakar, gülümserdi hep eskiden. Kahroluyordu anne.
Gözünden yine yaşlar süzüldü. Tahta kurusu susmuştu.
Bin lira. Bir kaç kez tekrarladı
içinden. Aldığı para, ihtiyaçlarını da düşününce oldukça komikti. Tıpkı
öğrenciyken aldığı kredinin, üç gecelik içki masrafına yetiyor olması kadar
berbattı. Annesi sürekli şükretse de bu işlerin yolunda olduğu anlamına
gelmiyordu. Çalışmaktan nefret etse hatta derin bir keder duyuyor da olsa iyi
yapıyordu işini. Karşılığında da sadece öldüğünü hissediyordu, tek hissettiği
buydu; yavaş yavaş ölüyor olmak. İnsanlara karşı çok kibardı ve hatta
gülümsüyordu. Bu yüzden öbeğe eklemlenemiyordu; iş arkadaşları öyle
değildi, neredeyse birbirlerine bile
gülümsemezlerdi. İnsanları önemsemez, yardımcı olmak istemez, hemen
çekiştirirlerdi. Açıklarının olmasını kollar, her birinin ve birbirlerinin de
açıklarını bellerler; bunu kendi çıkarlarında kullanmak için nehrin içinde,
sadece gözleri görünen, su içmeye gelecek olan geyiği bekleyen bir timsah gibi
beklerlerdi. İnsanlar korkunçtu. Telefonun çalmasıyla irkildi adam. Telefon
sesi hep aynı gelmezdi, bazen acı acı çalardı; daha sesli, haberin kötü
olduğunu bağırır gibi, daha kontrolsüz, detone çalardı. Bu kez de öyleydi.
Çığlık atıyordu telefon. Adam oturduğu yerden kalkmamış, açtığı gözleri ve
seyiren kaşıyla telefona bakıyordu. Saydı, altıncı çalışında hızlıca kalktı
annesi olmadığını umarak. Telefonda banka müdürünün soğuk sesi duyuldu, aynı
zamanda uzaktan akrabalarıydı müdür. Allahçı, sahtekar ve sadece parası
olanları seven bir adamdı. Akrabaydılar ama hiç konuşmaz, görüşmezler,
birbirlerini sevmezlerdi. Arada annesini arardı müdür bey ama adamı ilk kez
aramıştı. “Alo, alo.. Benim Mücahit, selamün aleyküm.” Tanımıştı zaten.
“Merhaba.” Sesi varla yok arasındaydı. “Acelem var abisi, trafikteyim çok
konuşamayacağım, pazartesi erken gel, direkt odama çık tamam mı, hayırlı
akşamlar.” Bunu söylediği gibi kapadı. Bir hata mı yapmıştı?
Kapıyı tıklatmak için kendini
hazırladı. Elleri terliydi. Duraksadı. Koyu kahverengi kapıya baktı. Ceviz
ağacından yapılmış olmalıydı. Böyle şeylerden anlamazdı halbuki. Eli birden
ondan bağımsızmış gibi kapıya gitti ve dört kez vurdu. Üç kere vurmayı
planlamıştı. Dört kez vurmasını saçma buldu ve kendine kızdı. “Gir” komutunu
bekledi. İlkokuldayken bu komut gelmeden içeri girdiğinde yediği tokatlar vardı
zira. İki kez daha vurduğunda ses duyuldu, anlayamadı ama bu “gir” olmalıydı. Kapının
kolu, su gibi olmuş ellerinden kayıp kontrolsüz bir gürültü çıkardı açtığında.
Gözlüklerinin üzerinden, ciddiyetini hiç bozmadan, memnuniyetsiz, adamı süzdü
müdür; ilk çalışında neden girmediğini
sorar gibiydi. Kapıyı kapatıp masaya doğru yürüdü, başı dönüyordu. Kel kafasına
baktı müdürün; parlayan, yağlı kafasına. Masanın önünde duraksadı, eliyle
oturmasını işaret eden hareketten sonra deri koltuğa bıraktı kendini. Başı
dönüyor, hafif de bulanık görüyordu. Sivri ve biçimsiz kafasında tek saç teli
yoktu müdürün. Ama kaşları.. Saçlarının yokluğunu aratmayacak cinstendi, alnın
yarısını kaplıyordu. Uzaktan baktığında ortadan ikiye ayrılmış saç gibiydiler.
Daha aşağı indiğinde karanlık iki küçük kuyuymuş gibi duran gözleri vardı. İki
siyah çukur. Doğduğunda gözleri yokmuş, bu yüzden kaşlarının altına bu iki
küçük çukuru açmış olmalılar diye geçirdi. Burnu ise kaba yüzüne yakışmayacak
denli düzgündü; ince ve kalkık. Zarif burnunun
altındaysa nokta nokta duran kıllar vardı. Bbu anlamsızlığın adına bıyık
deniyordu. Bir tek burnu güzel olduğundan, müdür bey suratındaki çirkinlik
ahengi bozulmasın diye, burnun hemen altındaki bu kılları uzatmıştı herhalde ve
amacına ulaşmış görünüyordu. Adamın kulakları uğulduyor, çattığı kaşlarıyla
daha önce hiç incelemediği bu çirkin akrabasını keşif yapar gibi süzüyordu. O
sırada bıyığın altındaki yarığın kıpırdadığını fark etti. Sağ eli ve kaşları da
ağzına uyumlu olarak hareket ediyordu. Müdürünün onu neden çağırdığını
anlattığını fark ettiğinde endişeye kapıldı; çünkü çukur göz bir süredir
konuşuyordu ama adam tek kelime duymamıştı. Nasıl olmuştu bu? Panik yaptı,
sanki kulağında uğultu veren bir kulaklık vardı, kendini toplamaya çalışınca
sesi algılamaya başladı; çirkinliği ve kabalığıyla tezat oluşturan; yumuşak
ses -bakınız Abdullah Gül- ona işten çıkarıldığını söylüyordu. Evet,
karşında, biraz da üzgün numarası yapan akrabası, adama işine son vermek
zorunda olduğunu söylüyordu. Şaşırdı adam. Ama nedenini soramazdı çünkü anlatmıştı
zaten.
Yavaş adımlarla çıktı bankadan. Ne
hissettiğini kestiremiyordu. Belki de şaşkınlıktan ama sadece ondan değildi.
Yürümeye başladı. Bir an mutlu gibi hissetti kendini. Sonra annesi geldi
aklına, o üzülecekti işte bu işe. Endişelenecekti oğlu için. Terfi ihtimalini
düşünürken işten çıkarılmıştı akrabası tarafından. Gerçekten garipti. Akrabası
olduğu için değil, işini tek aksatmayan çalışan olduğu için en başta. Düşünceli
ve ağır yürüyordu. Bir çocuğun yeni bir ayakkabısı olduğunda ayaklarına bakarak
yürümesi gibi, başı öndeydi. Ayaklarına bakıyordu. Pembe, kare kaldırım taşları
tam ayağı uzunluğundaydı. Ayaklarını tam ortalayarak, karelerden taşırmadan
yürüyordu. Yanlışlıkla taşıracak olsa, bir adım geri gidip yeniden yürüdü aynı
taşın üstünden. Kaldırım bitene dek bunu sürdürdü. …
Ağustosun son haftası. Terlemişti adam.
Elleri terlemişti. Kliması olmayan bir minibüste, annesiyle tatile
gidiyorlardı, çocukluğundan beridir ilk kez. İşten çıkarıldığını söylediğinde
suratı hafif bozulmuş ama bunu belli etmemeye çalışmıştı kadın, vakur bir
edayla: “Olsun yavrum, sakın üzülme he
mi?” diyebilmişti, dolu gözleriyle. Adamın bildiği kadarıyla da, müdür
akrabalarıyla bir daha görüşmemişti. Şimdi ikisi de iyi sayılırdı, önemli olan
buydu. Annesinin güneş gözlüklerini takmış, sarıya kesmiş buğday tarlalarına
bakıyordu. Pis, sapsarı bir sıcak vardı.
Gittikleri yer göründüğünde adam
heyecanlanır gibi bakındı etrafa, aralanmış ağzıyla. Ağaçların kundakta bir
bebek gibi sarılıp kucaklarcasına sardığı, küçük bir oteldi kalacakları yer. Bazen
rüyasında görürdü böyle yerleri, daha çok bunaldığı zamanlarda. Şimdi gerçekten
gelmişlerdi, çok müthiş değildi ama basit bir rüyasına gelmişti adam.
Genç muavin, “geldik.” Dedi
sırıtarak. Minibüstekilerin kimisinden hoşnut olmadıklarını belli eden
homurdanmalar çıktı. Belki sıcağa kızıyorlar. Çok eski görünüyordu otel, beyaz
boyası dökülmüş; çıplak, ahşaptan teni görünüyordu yer yer. Köye girmeden önce
tek otel buydu, aşağı yukarı iki, üç kilometre sonra da köy olmalıydı.
Minibüsten bir tek annesiyle kendisi burada inecekti sanırsa. İndiler, 70’li
yıllardan kalma görünen, eski Türk filmlerinde hapishaneden çıkan mahkumların
elinde olan, kareli açık kahverengi
bavulların aynısından bir çantaları vardı, dedesinden kalma. Suratında da hapisten çıkmış bir adamın
coşkusu vardı şu an ya zaten. Kuş seslerinden bir şey duyulmuyordu, rüzgardan
şarkı söyleyip sallanan ağaçlar, oteli okşuyorlardı yapraklarıyla, çocuğuna
dokunan bir anne gibi.
Küçük bir bahçesi, bahçenin içinde
de herkese sürtünen tombul kediler vardı. Bahçedeki sandalyeler ve masalar
ahşaptı. Her yer tozlu görünüyordu. Etraf toz sarısıydı, rüzgardan
gıcırdıyordu. Müthiş çiçekler ve çam ağaçları vardı bahçede. Birkaç da çınar..
Kuşlar vardı. Hem de bir sürü kuş. Harika bir uyumla ötüyorlardı. Etrafı mutlu
bir ifadeyle süzdüğü çok belli olacak ki muavin genç, bavulu çıkarırken
yaklaşıp: “Kuşlar sevimli görünüyor ama sabah erkenden sizi uyandırdıklarında
küfürü basacaksınız.” Yine sırıttı. Adamın gözlerinin içi güldü, cevap vermeden
baktı muavine.
Odaya geldiklerinde annesi bavulu
açıp, aceleyle giysileri çıkardı, kat izi kalmasın diye. “Ne güzel değil mi
oğlum?” dedi, sadece gülümseyerek karşılık verdi adam ama annesi bunun sıradan
bir gülüş olmadığının farkındaydı; normalde güldüğünde, gözleri renksiz, mat ve
mutsuz bakıyordu, şimdi gerçekten gülmüştü. Gözleri doldu kadının. Adam pencereden, uçsuz bucaksız koyu yeşile,
dağlara baktı. “Burada yaşasa, mutsuz olmaz insan.” Dedi. Çocuksu bir ifadeyle
annesine baktı onay bekler gibi. Bu kez anne gülerek karşılık verdi, hem de
gerçekten gülerek.
Perdeyi açtı hızlıca. İçeri sızan
ışık, hem gözünü aldı, hem de uçuşan tozları açığa çıkardı. Pencereden
dışarısıysa; masmavi ve yemyeşildi. Mutluluğu hissetmeyi garipsedi, aptal gibi
bağırmak ya da şımarmak istedi. Nasıl mutlu olunacağını bilmediğinden, acemice
hareketler yapıyordu. Bulutlara bakarken küçüklüğünü hatırladı; dedeleriyle
birlikte her Pazar günü dağa gittiklerinde, bulutlara bakardı anneannesinin
dizine yatıp. Ağaç dallarının arasından gökyüzünü izler; bulutlardan şekiller
çıkarırlardı beraber. Kimisi ata benzerdi, bazen uğur böceği, yahut bir elma.
Rüzgar hemen dağıtır, yeni bir biçim verirdi beyaz öbeğe. Sonra bulutlarda
yürümeyi hayal ederdi. Hatta bir dönem, hayatının en büyük, en vazgeçilmez ve
heyecan verici isteği buydu; koşmayı,
yuvarlanmayı, zıplamayı, çığlıklar atarak gülmeyi istiyordu bulutlarda, çok
istiyordu. Pamuk gibi olmalıydılar. Gökyüzünün en tepesinde, ucu bucağı
olmayan, bembeyaz pamuk tarlaları.. Kuşlar gibi çığrışıyor, koşuyor. Annesi,
dayısı, dedesi, anneannesi, babası, herkes orada. Beyaz ayı da orada, Boncuk
da. Herkes gerçekten gülümsüyor..
Bulutların üzerinde yürünemeyeceğini öğrendiği günkü halini hatırladı sonra,
hayatta ilk ama en etkili hayal kırıklığıydı, çaresi olmayan, çözümsüz
mutsuzluğun ilk deneyimiydi bu. Çok ağlamıştı. İnanmamıştı. Gözleri doldu,
annesine belli etmemeye çalıştı. Yorgun anne eski koltuğun üzerinde uyuya
kalmıştı çoktan.
Kapıyı yavaşça çekti annesini
uyandırmamaya dikkat ederek. Hole baktı; her yer tahtadan. Tahta kurularının
oyduğu, verniği dökülmüş korkulukları tuttu ve her adımında kırılacakmış gibi
gıcırdayan merdivenden inmeye başladı. Çok dikkatli ve ağırdı hareketleri; otele,
her an incinecekmiş gibi davranıyordu, otel bir ihtiyar adamceğizdi onun
gözünde ya da çok incinmiş, kırgın, zarif bir köylü kadın. Otele saygı
duyuyordu. Bahçeye adımını atıp etrafı süzdü. Bir tarafta marul, domates, hıyar
ve daha bir sürü sebze ekiliydi. Bahçenin küçük bir kısmı bir karışlık çitle
ayrılmıştı bunlar için. Karşısında
dalları yere sarkan meyve ağaçları da vardı, eriklerin üzeri tozdan
kahverengiye çalmıştı. Sol yanında yine bahçenin ayrılmış bir bölümü vardı;
tahtadan bir çatı altına, dört masa atılmıştı. Sadece bir masada çay içen yaşlı
bir çift vardı. Karı koca olmalıydılar.
Yanlarında en az onlar kadar yaşlı tekir bir kedi vardı. Mırıltısını kuş
cıvıltıları bile bastıramıyordu. Herkes mutluluğunu haykırıyordu sanki olanca
sesiyle. Gözlerini kapatıp ormanı içine çekti, sarhoş olmuştu.
Odanın kapısını, annesinin hala
uyuyor olma ihtimaline karşı yavaşça açtı ama kapı ona inat müthiş bir gıcırtı
çıkarmıştı. Anne, pencere kenarına oturmuştu, gülümseyerek oğluna baktı; elinde
tüten bir bardak tutuyordu, çay olmalıydı bu, çayı çok severdi annesi. “Uyandın
mı?”diye sordu adam. Sorunun saçmalığını anlaması birkaç saniyeyi buldu. “Bir
saattir seni izliyorum. Kedileri sevişini, ağaçlara, çiçeklere bakmanı.. Çocukluğundaki
gibiydi yüz ifaden. Gerçi sen hala benim minik oğlumsun, hiç büyümedin
gözümde.”Annesi başını yine pencereden tarafa çevirdi. “Büyümedim.”diye
mırıldandı gözü dalarak adam. Kadın duymadığını belirtir gibi baktı; “yemek
diyorum..” Dedi adam,”acıkmadın mı?”
Domates çorbalarını hızlı hızlı içtiler, acıkmışlardı. Ardından balıklar geldi. Çorba içerken hiç
konuşmamışlardı. Adam balığından bir parça alıp; “ee,anne sen de sevdin mi
burayı?” dedi, o sırada açık pencereden içeri müthiş bir rüzgar esti, birkaç
peçete uçuştu; garson hızla gelip pencereyi kapadı. “Geceleri biraz serin olur
burası.”Dedi gülümseyerek. Sanki bu onun suçuymuş gibi mahçup görünüyordu.
Çevrelerindeki masalardan çatal bıçak sesleri geliyordu. Üç masa daha doluydu
yalnızca ki birinde çalışanlar oturuyordu. Bir masada genç bir çift vardı ve kız
epey hoşnutsuz görünüyor, hatta yüz ifadesine bakılacak olursa söyleniyordu.
“Ben de çok beğendim yavrum, çok dinlendirici.” Dedi annesi. Adam ne sorduğunu
unutmuştu ama cevabı duyunca anladı. “Zaten sen mutluysan..” Dedi anne. Adam
düşündü sonra. Hep böyleydi zaten, oğlu mutluysa annesi de mutlu, mutsuzsa anne
de mutsuzdu. Oğlu beğeniyorsa annesi de beğeniyordu, seviyorsa annesi de.. Hep
böyleydi. Tüm hayatından, isteklerinden ve benliğinden feragat etmiş, oğluna
bağımlı yaşıyordu. Adamın sırtında koskoca bir ur gibi sıkıntı veriyordu bu
durum. Annesinin böyle olmasını hem istemiyor, hem de madem böyle onu mutlu
etmek zorundayım diye düşünüyordu.
Mesela burayı belki gerçekten beğenmemişti annesi. Gerçek duygularını,
isteklerini bilmek istiyordu. İyi rol
kesiyordu, hep oğluna uyup gerçek fikirlerini saklayarak, kolay değil. Adam annesinin ağzından olumsuz bir şeyler
duymak ister gibi zarfladı; “Denize çok uzak ama. Arabayla gidilir ancak.”
Dedi. Bunun üzerine yine kendisini
onaylayan bir şeyler geleceğini tahmin etti. Annesi de bu durumdan hoşnutsuz
olduğunu söyleyince, adam hemen; “bence uzak olması daha iyi, denize girmek pek
istemiyorum zaten. Sen denize uzak diye pek beğenmedin o zaman burayı?” Dedi,
anne balığından bir lokma alarak “sen mutlu ol da..” Dedi, gülümsüyordu.
Güne erken başlamıştı adam, saat henüz
altı. Normalde tatil günleri öğlene kadar uyurdu. Annesinin açıkta kalan omzunu
örterek işe yaradığını hissetti. Sonra da çocuksu bir heyecanla bahçeye süzüldü
parmak ucunda. Onun gibi erken kalkmış olan birkaç yaşlıya günaydın dedi
sevinçle. Masanın kenarında mırıldayan kediyi okşadı, çılgınca ötüşen kuşlara
baktı; müthiş bir ahenk içindeydi her şey.
Bahçeden kopardığı domatesten bir ısırık aldı,
mis gibi kokuyordu. Sapsarı çekirdekleri vardı domatesin. Domates dedi. Domates
demek hoşuna gitti ve gülümsedi. O sırada gözü bahçe kapısının az uzağında,
dışarıdaki köpeğe takıldı. Büyük, çok büyük bir kangaldı. Epey de yaşlıya
benziyordu. Sarı tüyleri kahverengiye çalmıştı, bakımsızdı. İçeri bakıyordu
köpek, toprak yolun ortasında durmuş, kulaklarını dikmiş, pür dikkat otele
bakıyordu. Sonra adama baktı. Bir süre bakıştılar. Yola çöküverdi, oturdu
köpek. Adam ona doğru yürümeye başladığında,
garsonun sesi duyuldu: “Aman abi, tekin değil o hayvan. Yıllardır
kimseye yaklaşmaz. Eskiden buranın köpeğiymiş ama.” Garson lafını bitirince
adam tekrar köpeğe baktı. Hayvan hala ona bakıyordu, göz göze gelince başını
çevirdi. Adam tekrar garsona dönüp bakınca, çocuk masayı silmeyi bırakıp
anlatmaya devam etti: “Bu köpek burası açıldığından beri belki de, yıllardır
buranınmış. Bana kalsa insan yaşıyla yüz var.” Öksürdü, sigara içmeyi
beceremiyordu. “Çok akıllı hayvan. Ben altı senedir buradayım, iyi anlaşırdık.”
Gülümsedi. Sonra ciddileşti. “Adı İhtiyar.” Adını duyunca garsona baktı İhtiyar
uzaktan. Kendisinden bahsedildiğini biliyordu. “Bizim patron daha yavruyken ona
bu adı koymuş. Ooyun falan oynamazmış, küçükken bile çok ağırbaşlıymış hayvan, o
yüzden. Ben sonradan yetiştim. yavruluğunu göremedim.” Sigarayı söndürdü.
“Oturup beklerdi burayı, korurdu. Buraya gelenleri bile sahiplenirdi. Öyle
akıllıydı abi, hissederdi hayvan, müşteri gelse havlamaz, kötü biri geçse
kapının önünden, koparırdı kendini.” Bir sigara daha çıkardı, adama da uzattı.
Aldı adam. Bir buçuk sene önce sigarayı bırakmıştı, annesi bakıyor mu diye
pencereye baktı, yok. Yaktılar. “Çay da vereyim mi abi?” “Yok, devam et.” Bir
nefes çekti çocuk, öksürdü. “Bir keresinde buraya dağdan kurt indi, aç hayvan,
şaşırıp gelmiş kokuya. Bizi korumak için onlarla kapıştı. Üç kurdu telef etti
de, kendi de kan revan içinde kaldı. Ölür kesin dedik, iyileşti gene İhtiyar.”
Susup nefeslendi. “Ama sonra ne olduysa.. Ben bu köpeğe babamdan çok güvenirdim
ha.” Güldü garson çocuk. “Valla bak, insandan daha çok güvenirdim bunun
vereceği tepkilere. Bir gün buraya gelen birini…”Durdu birden, anlatmak
istemiyor gibiydi. Köpeğe baktı garson, adam da baktı. İhtiyar, ta uzaktan garsonun gözlerinin içine bakıyordu büyük bir
ciddiyetle. “Bir milletvekili gelmişti
ailesiyle buraya. Herhalde gözden uzak olsunlar diye bu otele geldiler, o zamanlar otel iyiydi
zaten, yepyeniydi. Benim işteki ilk zamanlarım. İhtiyar, daha ilk an sevmemişti
onları, ben anlamıştım. Hırlayıp durdu. Sonra ben tam servise çıkacakken bir
çığlık koptu ama nasıl çığlık, koştuk hepimiz dışarı, köpek vekili almış
altına, İhtiyar, adamın yüzünü gözünü parçaladı abi ya. İz kalmıştır muhakkak.
Hepimiz şoktan müdahale bile edemedik. Hani bizim çocuklardan biri yapsa bunu,
vallahi bu kadar şaşırmazdım. Çığlıklar içinde bunlar adamı aldıkları gibi
arabaya atıp hastaneye gittiler. Biz elimizde tabaklar öylece duruyoruz hala.
Patrona baktım bizim, öyle kalakalmış o
da. Pencereden bakıyor. Karmış adam. Köpeğiyle bakıştı bir süre sonra koştu
içeri, aldı tüfeğini,vurdu İhtiyar’ı. Başka kimsesi yok onun da, ne ana, ne çocuk,
ne karı.. İhtiyar’ı evladı gibi severdi, konuşurdu onla. Nasıl üzüldü düşün
yani. Köpek kan içinde düşe kalka çıktı gitti. Bir kaç el daha ateşledi, isabet
etti galiba bir kez daha, koştuk biz
durdurduk. Oturdu ağladı sonra koca adam. O milletvekili de mahkemeye verdi
burayı, köpeği zehirlemeye geldiler ama dedik biz onu vurduk öldü. Bir sürü
tazminat ödedik, beli doğrulmadı o günden sonra zaten. Burası da işte, güzel
ama iflas etti edecek. Kimse gelmedi buraya..” Sigaradan son nefesini alıp
söndürdü. “Sonra abi, bir gün bir baktık köpek ölmemiş. İlk ben gördüydüm;
otelin ta ilersinde, ağaçların oradan buraya bakıyordu. Bir aya yakın zaman
geçtiydi, saçma yaraları vardı her bir yanında. hemen yanına gideyim,
besleyeyim dedim. Bence o adam bir şey etti hayvana, durduk yere ısırmaz,
sebepsiz kimseye havlamışlığı yoktu, kötü bir şey hissetmedikçe. Neyse abi, ona
doğru gittiğimi görünce hemen kalktı, başını öne eğdi, sekerek ağır ağır gitti.
Çağırdım, gel dedim gelmedi. Hepimize küsmüş hayvan. İnsan gibi ya. Küsmüş abi. Arada gelir uzaktan
bakar böyle ama birimiz ona doğru bakalım, yaklaşmaya kalkalım, hemen kalkar
gider. Ormanda kaybolur. Yıllardır kimseye sevdirmedi, yaklaştırmadı. Okadar
yaradan sonra nasıl iyileşti, kendine nasıl baktı, ne yedi onu da bilmiyorum
yıllarca. Çok kuvvetli hayvan.” Sustu. Sonra döndü arkasını, mutfağa gitti.
Adam üzülmüştü bu hikayeye. Köpeğe döndü; İhtiyar, bakışlardan rahatsız olmuş
gibi zorlanarak kalktı, başı önde, topallayarak ağaçların arasında yitti.
O gün sıkıntılıydı. Siyah bulutlar güneşin
önüne geçmiş, ışımasına izin vermiyorlardı. Rüzgar sert esiyor, ekimdeymiş gibi
sallıyordu ağaçları. Merdivenlerden gelen sesi dinledi adam, gıcırtılar aşağı,
hole doğru yaklaşıyordu. Ayaklar ağır ağır iniyor ve merdivenleri incitmemeye
çalışırcasına parmak ucuyla basıyordu. Annesi olduğunu düşündü, yanılmamıştı.
Anne içtenlikle gülümsedi. “Hava soğumuş.”dedi, ciddileşmişti. Önemli bir şey
konuşması gerektiğinde önce havadan bahsederdi. “Artık dönelim evimize, ha
yavrum? Burasını ben de sevdim ama dönmemiz lazım.” Bir süre sessizlik oldu.
“Neden ki? Neden dönmemiz lazım?” Annesine bakmıyor, gri havayı izliyordu. Bir
hafta çabuk geçmişti. Hızla geçip gitmek zamanın fıtratında vardı. “Yani… Sonsuza kadar burada kalamayız yavrum,
değil mi?” Adam pencereden dışarı
bakıyordu hala, kaşlarını çatmıştı. Kafası uğulduyordu, ya da rüzgar sesiydi
bu, bilemedi. Başı dönüyordu. Uzun selvi ağaçları sallanıyordu. Bir o yana, bir
bu yana yatıyorlardı. “Kalsak ne güzel olurdu, sonsuza kadar…” Bunu ne kadar
isteyerek mırıldanmıştı, gözlerindeki hüznün sebebi de asla gerçek
olmayacağının bilincinde olduğundandı. Bulutlarda yürünmezdi. Yine de birkaç
saniyeliğine bir çocuk gibi umutlanmıştı; annesinin kalalım demesini bekledi.
Sustular. Rüzgar, tahtadan oteli
gıcırdatıyordu. “Bugün de kalalım.”dedi adam.” Gözlerini selvi ağaçlarından
annesine çevirdi. Soğuk, ciddi bakışlarla ve donuk bir ses tonuyla: “Yarın
gideriz.” Dedi. Bu kez annesi ağaçlara çevirdi bakışlarını; “olur evlat.” dedi.
İçinde sebebini bilemediği derin bir hüzün, endişe vardı.
Annesi kahvaltıdan sonra odasına çıkıp
uzanmıştı, sanki adamdan bir şeyler saklıyordu. Ya da adama öyle gelmişti.
Arkasına baktı adam, otelden biraz uzaklaşmıştı. Tekrar önüne dönüp yürümeyi
sürdürdü. Bir planı yoktu, öylece yürüyordu ama sanki yetişmesi gereken bir yer
varmış gibi, telaşlıydı hareketleri. Rüzgardan uğuldayan selvilerin arasına
daldı. Karnını bir mengene sıkıştırıyor
gibi endişeliydi, nefes nefese etrafına baktı durup. Hava daha da soğumuştu.
Yürümeyi sürdürdü.
Ağaçların uğultusu ayak seslerini
bastırıyordu. Gözü bitkiler dışında bir canlı aradı; kuşlar, böcekler, karıncalar…
Yoktular. Hiçbiri yoktu. Gri ormanda hiç kimse yoktu. Elindeki bir parça ekmeğe
baktı, hatırlamıyordu ama karıncaları beslemek için almış olmalıydı. Elinin
titremesinden ürküp aniden cebine soktu. Bakındı, yoktu hiçbiri. Hepsi gitmişti
sanki. Koca ormanda bir o var gibiydi.
Yağmur aniden başladı, sert, keskin
bir gök gürlemesiyle. Fena yağacaktı. Arkasına baktı, çok fazla ilerlemişti.
Düz gitmemiş, ağaçların şekillerine göre zikzaklar çizerek yürümüştü. Heyecanı
arttı, şimdiden baştan aşağı ıslanmıştı.
Kaybolduğu endişesinden mi, içi sıkışıverdi. Havanın kararmış olması bulutlar
yüzünden mi bilmiyor. Bir karış suyun içine, saldı kendini dizlerinin üstüne.
Nedenini bilmeden ağlamaya başladı. Yağmurla birlikte ormana karışıyordu
yaşlar. Sert bir gök gürlemesiyle aynı anda çığlık attı, bağırarak, haykırarak
ağlıyordu. “Karıncalar…” diye bağırdı, ekmeğe
baktı; ıslanmış, parçalanmıştı. Daha çok bağırarak ağlıyordu şimdi, karanlık
ormanın içinde adam. Yağmur, şimşekler ve orman adamın çığlıklarını bastırıp
saklıyordu, sesini duyurmamak istercesine iyice çoğaldı, çoğaldı yağmur,
gürledi hava. Başı deli gibi dönüyor, içinde, beyninde çığlık atan biri
kulaklarını çınlatıyordu. Bir ara kafasını kaldırdı adam. Sekiz, on metre
ileride, sırılsıklam olmuş ama ne gariptir hiçbir yere saklanma ihtiyacı
duymamış bir köpek durmuş, öylece ona bakıyordu. “İhtiyar…” Diyebildi
adam.
Annesi hızlı, endişeli adımlarla
garsona yaklaştı. Gözleri büyümüşü. “Oğlum..” Dedi. “Nerede, gördünüz mü?” Genç
garson pencereden dışarı, yağan yağmura baktı. Aylardan beri böyle bir şey görmemişti. Yürüyüşe giderken görmüştü adamı,
o da endişelendi. “Teyzecim, yürüyüşe çıkmıştı. Bir saat oldu en fazla, döner
şimdi, belki köy kahvesine falan sığındı.” Çıkalı en az iki saat olmuştu ve en
yakın kahve kilometrelerce uzaktaydı; kahveden ters yöne, ormanın içine
yürüdüğünü görmüştü adamın üstelik ama kadını endişelendirmek istemiyordu.
Annenin korkulu gözleri dolar gibi oldu, cama yaklaştı; “hava..”Dedi. “Çok
yağıyor.” Garson da işini bırakıp pencerenin yanına geldi, ıslak, sallanan
siyah ağaçlara baktı. Dehşet yağıyordu ve fırtına vardı. Yolda şimdiden sel
oluşmaya başlamıştı bile. Dünyaya yağması gereken tüm yağmur, şu an buraya
yağıyordu sanki. Elindeki tabakları masanın üzerine bıraktı sertçe. “Ben onu
aramaya çıkayım, endişelenecek bir şey yok ya, olsun.” Son söylediğine kendi de
inanmamıştı, bal gibi endişelenilecek durum vardı. Uçurum vadisine doğru, köye
ters yönde yürüyüp yitmişti adam. Zaten acayip biriydi. Mutfağa koştu. O sırada
en arka masada tek başına oturan yaşlı adam, elinde, dibinde bir yudum şarap
kalmış kadehe baktı. Sonra yukarı, tavana dikti gözlerini. Gözleri korkmuş ama
sinirli bakıyordu. Ağzından belli belirsiz sözler çıktı. Küfür olmalıydılar.
Otelin diğer çalışanı hızla adamın elinden bardağı kaptı. “Yeter artık dayı,
saçmalamaya başladın, çık odana sen haydi.” Kırılmış gibi baktı garsona yaşlı
adam. Genç garson mutfaktan, yağmurluğunu giymiş olarak çıktı. Yeşil, çok eski,
bir dirseği eriyip incelmiş bir yağmurluktu bu. Arkadan otelin sahibi çıkarak telaşlı adımlarla annenin
yanına yaklaştı, odasından ilk kez çıkmıştı, kadın ilk kez görüyordu adamı;
ihtiyar, bir gözü kördü. “Merak etmeyin hanımefendi.” Ses tonu oldukça kibar,
toktu. “İsterseniz polis arkadaşım var köyde, haber verelim?” Anne birden
gözlerini adama çevirdi. Oğlunun yokluğunu bir an unutmuş gibiydi. “Yok…”
diyebildi sadece. Polisten korkar bir hali vardı. Anne gözlerini tekrar cama
çevirdiğinde, otelin bahçe kapısında bir karaltı olarak görünen oğlunu tanıdı.
Öylece duruyordu deli gibi yağan yağmurun altında. Ellerini cama dayayarak:
“Oğlum…” Dedi.
Kendini dışarı attı kadın. Adam hala
bahçe kapısında duruyordu. Kadın da duraksadı. Anında sırılsıklam, sanki denize
düşmüş gibi oluvermişti. Gök gürültüsü, birkaç saniyeliğine etrafı aydınlattı.
Bir şelalenin altındaymışçasına tüm orman sırılsıklamdı. Rüzgarın da etkisiyle
iri damlalar bıçak gibi yüzünü kesiyordu kadının. Anne, ikisinin de konuşmadan
öylece suyun altında durup birbirlerine baktığını fark etti birden. Anlamsızca
duruş, kadını korkutmuştu. Koştu, boynuna atlayıp; “Oğlum!” Diyebildi. Adam ne
sarılmış ne de bir şey demişti. Duruyor, ifadesiz, bal mumundan bir heykel gibi
boşluğa bakıyordu. Kapıda duran garson şaşkınlıkla izledi olanları, sevinmişti
de adamın geldiğine. Yolunda gitmeyen bir şeyler de vardı ama, adam kötü
görünüyor, olduğundan daha garip davranıyordu. Şaşkınlıktan o da yerinden
hareket etmemişti. Ağzını açmış, neler olduğunu anlamaya çalışıyor, bu
anlamsızlığa kafasında bir mana oturtmayı deniyordu. Kadın oğlunun koluna
girdi, otele doğru yürümeye başladılar. Birden garson da fırladı dışarı,
aptallığını öteleyip unutturmak istercesine. Öbür koluna girdi adamın. “İyi
misin abi?” diye bağırdı. Kapıdan içeri gireceklerken, genç garsonun dikkatini
bir şey çekti; heyecandan kimse fark etmemişti ya da fark edip önemsememişlerdi
ama bahçe kapısında adamın yanında bir
karaltı daha vardı sanki. Başını arkaya çevirdi genç adam; tüyleri sırılsıklam,
patileri çamura gömülmüş, burnundan yere sular sızan, yorgun gözlerle onlara
bakan koca bir kangal… İhtiyar, adamı içeri girecek mi diye kontrol edercesine
kapıya bakıyordu. Güvende olduğunu anlayınca arkasını döndü, ormana doğru
ilerledi. Garson bir süre sadece baktı arkasından köpeğin. Adamı buraya ihtiyar getirmişti.
Minibüs sıkışık, ter kokuyordu ekşi
ekşi. Adam her zamanki gibi cam kenarına oturmuş, hızla geriye doğru akıp giden
dağlara bakıyordu. Parlıyordu dağlar üzerine yağ sürülmüş gibi. Güneş sanki
yazın bitmesine isyan edercesine, dün geceki tufanı telafi etmek istercesine
ısıtıyordu etrafı. Anne durgun, konuşmamıştı dün geceden beri. Adam da
konuşmamıştı. Araçtaki herkes gibi, üzgündü suratı. İçerdeki insanların kaşları düşmüş; hiçbir
beklentileri, umutları kalmamış gibi bakınıyorlardı. Aracın radyosunda bir
şarkı çalmaya başladı. Ses kısık ve cızırtılıydı. Anlayamadı ne olduğunu, başı
dönüyordu. Dağlar, ağaçlar akıyordu hızla. Güzel olan her şey geride kalıyordu.
Hızla. Mutsuzdu.
Ormanın içinde ağır ağır yürüyordu. Duraksayıp
arkasına baktı. Sonra yine devam etti. Ne yapacağını bilmiyor gibiydi. Oturacak
bir yer aradı, yorgundu. Her yer ıpıslaktı. Oturmadı. Silkindi, sendeledi.
Ağaçların dallarından hala sular damlıyordu. Her yer yemyeşil olmuş, yeni otlar
fışkırmıştı toprağı yarıp. Kuşlar çılgınca bağırışıyor, banyo yapıp, sonra da
güneşte kuruyorlardı. İri, ıslak çınarın
üstündeki sincap, elindeki yemişi eşiyle paylaşıyordu, sevgi dolu sesler
çıkararak. Kurbağalar, derenin kıyısındaki kayalara yayılmış, güneş banyosu
yapıyorlardı. Kocaman popolu bir örümcek, yağmurdan zedelenmiş olan ağını,
büyük bir ustalıkla ve zevkle ağır ağır yamıyordu. Kaplumbağa, ıslak, taze
otlardan bir diş alıyordu her adımında. Yukarda özgürce süzülen kartal aşağı
bakmıyordu, gözü bulutlardaydı. Bugün avlanmayacaktı. Yorulana kadar uçacaktı
bugün… Birkaç ağır adımdan sonra, tekrar arkasına döndü İhtiyar. Bakındı.
Kulakları düşmüş, suratı üzgündü. Etrafındaki harekete, canlılığa, neşeye ayak
uyduramıyordu. Öylece durdu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder