3 Haziran 2014 Salı

İhtiyar



Gün batımını ne zamandır izlememişti. Hiç bir köpeği sevmemiş, kuşları beslememişti uzun süredir. Sinemaya gitmemekle beraber, televizyonda bile güzel bir film seyretmemişti koltuğa yayılıp birasını açarak.. Hatta resim de yapmıyor, bilim dergileri ve kitap da okumuyordu artık.                                                                                                                                                           
                    


Bunları düşünürken çok hızlı yürüdüğünü fark etti, yavaşladı. Yorulmuştu. Saatine baktı: Beşi on  geçiyordu. Saatinin yelkovanı, camındaki çatlakla üst üste gelmişti. Bir süre ona baktı, bir yandan yürüyerek. Yelkovan çatlağın altından ilerleyince bakmayı kesti.                                            


İki yıldır bu işteydi. Şaşıyordu kendine, hissizleşmişti.  İlk bir ay, nasıl da kabus gibiydi onun için. Her sabah kalkarken küfrediyor, yarın sabah gitmeyeceğini, patronuyla konuşup işi bıraktığını söyleyeceğini hayal ediyordu. İki yıldır, her çalar saat sesinde aynı tarifsiz mutsuzluğu yaşıyor, ölecek gibi hissediyordu. Bu zor zamanlarda bir iş sahibi olduğundan, annesi mutluydu sadece. Memnuniyetini açıkça belli ediyordu; “seninle gurur duyuyorum.” Diyor, sarılıp da öpüyordu iki de bir gülümseyerek. “Çalışkan oğlum benim.” Adam da sararmış suratıyla zordan bir gülümsemeyle karşılık veriyordu buna.  Aslında beceriksiz, isteksiz biri olduğundan, annesi motive amaçlı yapıyordu bu övgüleri, farkındaydı adam. Alt tarafı tanıdığı sayesinde girdiği bankada veznedarlık yapıyordu, icat yapmış gibi tepkiler veren annesine aldanmaya lüzum yoktu.


Bankada her gün onca insanla muhatap olmak ve hepsine güler yüzlü görünmek kolay da değildi hiç. Belki de sadece ona kolay gelmiyordu bu, bilmiyordu. İki yıl kısa bir süre ama yaptığı her şeyi bir işkence olarak algıladığı için, vücudu ve beyni ona tepki veriyordu; olduğundan sağlıksız ve yaşlı göstermişti kısa zamanda. Annesi, onu yağlı yemeklerle beslemeye çalışıyordu. Böylece sağlıklı, güçlü olabilirdi yeniden. Yağlı ve etli yemekler..  Sebze yemeklerini de tavuklu yapardı annesi, oğlu için. Kendisi sevmezdi hiç etli yemek ama oğlu zayıftı. Arada bir de dana ya da kuzu pişerdi. Sigarayı bırakalı 1 buçuk sene olmuştu neredeyse; ama o ağır yemeklerden sonra, her seferinde, ciğerlerini yoğun dumanla doldurmak istiyordu. Otuz iki yaşında sigarayı bırakmanın ne anlamı vardı ki, daha içebilirdi; ellisine gelince bırakırdı nasıl olsa.


Eve yaklaştığında elini cebine attı. Anahtarı yine ilk seferde bulamamıştı. Bunu anlayamıyordu bir türlü. Yıllardan beri anahtar sürekli diğer cebinde oluyordu. İki ihtimal olduğu halde sürekli diğer cepten çıkıyordu anahtar. Hayatındaki bu aksilikleri önemsiyordu. Anahtar nasıl olur da hep elini atmadığı  tarafta olurdu? Söylenerek açtı kapıyı. Yüzüne ılık bir havasızlık vurdu. Bayat kokuyordu. Camı açtıktan sonra soyunmaya başladı hemen. Don atlet kalınca aynanın karşına geçti. Biraz süzdü kendini. Yanağına dokundu. Saçlarını geriye doğru yatırdı. Donuyla atletini de çıkardı; kamburlaşmış, zayıflamıştı. Eskiden de öyleydi ama daha da çökmüş gibiydi şimdi. Gözlerinin altı morarmıştı. Bu haline üzüldü birden, gülümsemeye çalıştı ama suratı daha anlamsız ve acınası bir hal takındı. İnatla gülmeye çalıştı; kaşları düştü, göz kenarları ve alnı kırış kırış oldu, bakışlarından mutsuzluk akıyordu; sanki yanaklarına olta geçirilmiş, zorla gülümsetiliyordu adam. Zavallılığa bulandı. Soğuk suyun altına girdi. Şarkı söylemeyi denedi biraz. Sesi isteksiz çıkıyordu ama banyoda şarkı mırıldanmak zorunda hissederdi kendini hep.  İzin kullanmak geldi aklına birden adamın. Hemen yarın. Nasılsa tanıdıktı, bu zamana kadar da bırak bir şeyler istemeyi, ağzını açıp günaydın dışında bir cümle bile kurmamıştı. Tam istenilen bir çalışandı. Saçını köpürtmeyi bırakmış, donakalmış düşünüyordu. Düşünürken şarkıyı kesmemişti ama sözlerini karıştırıyordu. Ne zamandır yapmadıklarını yapardı belki; film izler, kitap okur, hayvanları severdi. Ama bunları bu şehirde değil sakin bir yerlerde, deniz kenarında, ağaçların arasında yapsa müthiş olmaz mıydı, belki düzelirdi her şey? Her şeyin düzelme ihtimali kafasından geçtiğinde, karnında bir dalgalanma hissediyordu. Birkaç saniyeliğine heyecanlanıyordu adam. Gözünü yakan şampuanla aniden şarkıyı kesti.


Telefon çalmaya başladığında henüz çıkıyordu banyodan. Arayanın annesinden başkası olduğunu hayal etti. Çok güzel bir kadın, uzun süredir onu izlediğini ve deli gibi aşık olduğunu, onu arzuladığını söyleyecekti.. Bu düşünceye inanmış gibi açtı telefonu. Alo demeye fırsat bulamadan, “oğluşum..” dedi telefondaki ses. “Nasılsın, yemek yedin mi, bugün n’aptın, ne zaman geldin?” Soruları cevap beklemeyen, deli işi kelime öbekleriydi; oğlunun mutsuzluğunun farkında olan, bunun için ağır endişeler taşıyan ama elinden hiç bir şey gelmeyen bir annenin yardım çığlıklarıydılar. Annesini elbet seviyordu ama onun aramış olması canını sıktı. Çünkü mutsuzluğu bir anneye belli etmemeye çalışmak, bu dünyadaki en zor şeydir. Annesi şehir dışındaydı bir haftadır,  defalarca yapma denmesine karşılık kimseyi dinlemeyen ve avizeleri silmek için çıktığı sandalyeden düşüp kalçasını kıran, bir ay kadar yatıp, iniltilerle ölen yaşlı teyzesinin cenazesine gitmişti İzmit’e. Avizeyi çok sever, her gün teker teker silerdi kadınceğiz kristalleri. Ne silmekten geri durur, ne başkasına elletirdi. Silip parlatır, oturur yarım saat onu izlerdi sonra gülümseyerek. Annesinin sorularının bittiğini fark ederek ne zaman geleceğini sordu.  Biraz daha sohbet ederek kapattılar. Kimseyi sormadığı halde annesinin tüm akrabalara onun adına abartarak selam söyleyeceğini tahmin etti. İki güne gelecekti anne. Bu çoktu. Zaten yeterince yalnız kalmamış mıydı?


Annenin başı yastığa değer değmez oğlu düşer aklına hemen.  Düşünmekten uyuyamaz, gülemez, kimseyle konuşup anlatılanı dinleyemez; boyuna rol yapardı. Gözleri doldu. Geldiğinde ona tavuklu patates yemeği yapacaktı. Yanında yoğurt ya da karpuz verirdi, artık ne isterse. Oğlunun daha da zayıflamış olma ihtimaliyle endişeleniyordu. Uzun zamandır ilk kez bu kadar ayrı kalmışlardı. Yanağından ardı sıra süzülüp, pıt pıt diye, damlayan bir musluk gibi yastığına düşürdü yaşları. Oğlu için çok dua ederdi, yine etti. Bu kadar içten bir kadının, böylesine masum istekleri neden geri çeviriliyor, istekleri ve olanlar neden hep birbirine zıttı, vardır bir hikmeti.  Bir tahta kurusu yatağın ahşap bacağını kemirmeye başladı ki kadın bu sesin kafasının içinden geldiğini sanıyor ama kendisi için endişelenemiyordu oğlunu düşünmekten. Oğlunun yeşil, iri gözlerini düşündü. Gülümsedi anne ağlarken. Elmacık kemikleri biraz çıkık ve yanakları çöküktü adamın. Yandan ayırdığı saçları, kulağının yarısını örterdi. Geniş bir alnı vardı. Son zamanlarda alnındaki birkaç kırışık ve gözlerinin altındaki siyahlıklar üzüyordu anneyi. Anneyi her şey üzüyordu ve daha çok beslemek istiyordu oğlunu üzüldükçe. Elinden beslemekten başka bir şey gelmiyordu kadının. Hatta adamın ince uzun elleri yorulmasındı, annesi onu besler, dalgalı saçlarını da okşardı bir yandan. Neden, neden bu kadar mutsuz, solgun suskundu oğlu, neden? Sevgi dolu bakar, gülümserdi hep eskiden. Kahroluyordu anne. Gözünden yine yaşlar süzüldü. Tahta kurusu susmuştu.


Bin lira. Bir kaç kez tekrarladı içinden. Aldığı para, ihtiyaçlarını da düşününce oldukça komikti. Tıpkı öğrenciyken aldığı kredinin, üç gecelik içki masrafına yetiyor olması kadar berbattı. Annesi sürekli şükretse de bu işlerin yolunda olduğu anlamına gelmiyordu. Çalışmaktan nefret etse hatta derin bir keder duyuyor da olsa iyi yapıyordu işini. Karşılığında da sadece öldüğünü hissediyordu, tek hissettiği buydu; yavaş yavaş ölüyor olmak. İnsanlara karşı çok kibardı ve hatta gülümsüyordu. Bu yüzden öbeğe eklemlenemiyordu; iş arkadaşları öyle değildi,  neredeyse birbirlerine bile gülümsemezlerdi. İnsanları önemsemez, yardımcı olmak istemez, hemen çekiştirirlerdi. Açıklarının olmasını kollar, her birinin ve birbirlerinin de açıklarını bellerler; bunu kendi çıkarlarında kullanmak için nehrin içinde, sadece gözleri görünen, su içmeye gelecek olan geyiği bekleyen bir timsah gibi beklerlerdi. İnsanlar korkunçtu. Telefonun çalmasıyla irkildi adam. Telefon sesi hep aynı gelmezdi, bazen acı acı çalardı; daha sesli, haberin kötü olduğunu bağırır gibi, daha kontrolsüz, detone çalardı. Bu kez de öyleydi. Çığlık atıyordu telefon. Adam oturduğu yerden kalkmamış, açtığı gözleri ve seyiren kaşıyla telefona bakıyordu. Saydı, altıncı çalışında hızlıca kalktı annesi olmadığını umarak. Telefonda banka müdürünün soğuk sesi duyuldu, aynı zamanda uzaktan akrabalarıydı müdür. Allahçı, sahtekar ve sadece parası olanları seven bir adamdı. Akrabaydılar ama hiç konuşmaz, görüşmezler, birbirlerini sevmezlerdi. Arada annesini arardı müdür bey ama adamı ilk kez aramıştı. “Alo, alo.. Benim Mücahit, selamün aleyküm.” Tanımıştı zaten. “Merhaba.” Sesi varla yok arasındaydı. “Acelem var abisi, trafikteyim çok konuşamayacağım, pazartesi erken gel, direkt odama çık tamam mı, hayırlı akşamlar.” Bunu söylediği gibi kapadı. Bir hata mı yapmıştı?                                                          


Kapıyı tıklatmak için kendini hazırladı. Elleri terliydi. Duraksadı. Koyu kahverengi kapıya baktı. Ceviz ağacından yapılmış olmalıydı. Böyle şeylerden anlamazdı halbuki. Eli birden ondan bağımsızmış gibi kapıya gitti ve dört kez vurdu. Üç kere vurmayı planlamıştı. Dört kez vurmasını saçma buldu ve kendine kızdı. “Gir” komutunu bekledi. İlkokuldayken bu komut gelmeden içeri girdiğinde yediği tokatlar vardı zira. İki kez daha vurduğunda ses duyuldu, anlayamadı ama bu “gir” olmalıydı. Kapının kolu, su gibi olmuş ellerinden kayıp kontrolsüz bir gürültü çıkardı açtığında. Gözlüklerinin üzerinden, ciddiyetini hiç bozmadan, memnuniyetsiz, adamı süzdü müdür;  ilk çalışında neden girmediğini sorar gibiydi. Kapıyı kapatıp masaya doğru yürüdü, başı dönüyordu. Kel kafasına baktı müdürün; parlayan, yağlı kafasına. Masanın önünde duraksadı, eliyle oturmasını işaret eden hareketten sonra deri koltuğa bıraktı kendini. Başı dönüyor, hafif de bulanık görüyordu. Sivri ve biçimsiz kafasında tek saç teli yoktu müdürün. Ama kaşları.. Saçlarının yokluğunu aratmayacak cinstendi, alnın yarısını kaplıyordu. Uzaktan baktığında ortadan ikiye ayrılmış saç gibiydiler. Daha aşağı indiğinde karanlık iki küçük kuyuymuş gibi duran gözleri vardı. İki siyah çukur. Doğduğunda gözleri yokmuş, bu yüzden kaşlarının altına bu iki küçük çukuru açmış olmalılar diye geçirdi. Burnu ise kaba yüzüne yakışmayacak denli düzgündü;  ince ve kalkık. Zarif burnunun altındaysa nokta nokta duran kıllar vardı. Bbu anlamsızlığın adına bıyık deniyordu. Bir tek burnu güzel olduğundan, müdür bey suratındaki çirkinlik ahengi bozulmasın diye, burnun hemen altındaki bu kılları uzatmıştı herhalde ve amacına ulaşmış görünüyordu. Adamın kulakları uğulduyor, çattığı kaşlarıyla daha önce hiç incelemediği bu çirkin akrabasını keşif yapar gibi süzüyordu. O sırada bıyığın altındaki yarığın kıpırdadığını fark etti. Sağ eli ve kaşları da ağzına uyumlu olarak hareket ediyordu. Müdürünün onu neden çağırdığını anlattığını fark ettiğinde endişeye kapıldı; çünkü çukur göz bir süredir konuşuyordu ama adam tek kelime duymamıştı. Nasıl olmuştu bu? Panik yaptı, sanki kulağında uğultu veren bir kulaklık vardı, kendini toplamaya çalışınca sesi algılamaya başladı; çirkinliği ve kabalığıyla tezat oluşturan; yumuşak ses  -bakınız Abdullah Gül-  ona işten çıkarıldığını söylüyordu. Evet, karşında, biraz da üzgün numarası yapan akrabası, adama işine son vermek zorunda olduğunu söylüyordu. Şaşırdı adam. Ama nedenini soramazdı çünkü anlatmıştı zaten.     


Yavaş adımlarla çıktı bankadan. Ne hissettiğini kestiremiyordu. Belki de şaşkınlıktan ama sadece ondan değildi. Yürümeye başladı. Bir an mutlu gibi hissetti kendini. Sonra annesi geldi aklına, o üzülecekti işte bu işe. Endişelenecekti oğlu için. Terfi ihtimalini düşünürken işten çıkarılmıştı akrabası tarafından. Gerçekten garipti. Akrabası olduğu için değil, işini tek aksatmayan çalışan olduğu için en başta. Düşünceli ve ağır yürüyordu. Bir çocuğun yeni bir ayakkabısı olduğunda ayaklarına bakarak yürümesi gibi, başı öndeydi. Ayaklarına bakıyordu. Pembe, kare kaldırım taşları tam ayağı uzunluğundaydı. Ayaklarını tam ortalayarak, karelerden taşırmadan yürüyordu. Yanlışlıkla taşıracak olsa, bir adım geri gidip yeniden yürüdü aynı taşın üstünden. Kaldırım bitene dek bunu sürdürdü.                                                                                                                                                                                                                                                                        


Ağustosun son haftası. Terlemişti adam. Elleri terlemişti. Kliması olmayan bir minibüste, annesiyle tatile gidiyorlardı, çocukluğundan beridir ilk kez. İşten çıkarıldığını söylediğinde suratı hafif bozulmuş ama bunu belli etmemeye çalışmıştı kadın, vakur bir edayla: “Olsun yavrum,  sakın üzülme he mi?” diyebilmişti, dolu gözleriyle. Adamın bildiği kadarıyla da, müdür akrabalarıyla bir daha görüşmemişti. Şimdi ikisi de iyi sayılırdı, önemli olan buydu. Annesinin güneş gözlüklerini takmış, sarıya kesmiş buğday tarlalarına bakıyordu. Pis, sapsarı bir sıcak vardı.


Gittikleri yer göründüğünde adam heyecanlanır gibi bakındı etrafa, aralanmış ağzıyla. Ağaçların kundakta bir bebek gibi sarılıp kucaklarcasına sardığı, küçük bir oteldi kalacakları yer. Bazen rüyasında görürdü böyle yerleri, daha çok bunaldığı zamanlarda. Şimdi gerçekten gelmişlerdi, çok müthiş değildi ama basit bir rüyasına gelmişti adam.                                                                                                                     


Genç muavin, “geldik.” Dedi sırıtarak. Minibüstekilerin kimisinden hoşnut olmadıklarını belli eden homurdanmalar çıktı. Belki sıcağa kızıyorlar. Çok eski görünüyordu otel, beyaz boyası dökülmüş; çıplak, ahşaptan teni görünüyordu yer yer. Köye girmeden önce tek otel buydu, aşağı yukarı iki, üç kilometre sonra da köy olmalıydı. Minibüsten bir tek annesiyle kendisi burada inecekti sanırsa. İndiler, 70’li yıllardan kalma görünen, eski Türk filmlerinde hapishaneden çıkan mahkumların elinde olan, kareli açık kahverengi  bavulların aynısından bir çantaları vardı, dedesinden kalma.  Suratında da hapisten çıkmış bir adamın coşkusu vardı şu an ya zaten. Kuş seslerinden bir şey duyulmuyordu, rüzgardan şarkı söyleyip sallanan ağaçlar, oteli okşuyorlardı yapraklarıyla, çocuğuna dokunan bir anne gibi.


Küçük bir bahçesi, bahçenin içinde de herkese sürtünen tombul kediler vardı. Bahçedeki sandalyeler ve masalar ahşaptı. Her yer tozlu görünüyordu. Etraf toz sarısıydı, rüzgardan gıcırdıyordu. Müthiş çiçekler ve çam ağaçları vardı bahçede. Birkaç da çınar.. Kuşlar vardı. Hem de bir sürü kuş. Harika bir uyumla ötüyorlardı. Etrafı mutlu bir ifadeyle süzdüğü çok belli olacak ki muavin genç, bavulu çıkarırken yaklaşıp: “Kuşlar sevimli görünüyor ama sabah erkenden sizi uyandırdıklarında küfürü basacaksınız.” Yine sırıttı. Adamın gözlerinin içi güldü, cevap vermeden baktı muavine.


Odaya geldiklerinde annesi bavulu açıp, aceleyle giysileri çıkardı, kat izi kalmasın diye. “Ne güzel değil mi oğlum?” dedi, sadece gülümseyerek karşılık verdi adam ama annesi bunun sıradan bir gülüş olmadığının farkındaydı; normalde güldüğünde, gözleri renksiz, mat ve mutsuz bakıyordu, şimdi gerçekten gülmüştü. Gözleri doldu kadının.  Adam pencereden, uçsuz bucaksız koyu yeşile, dağlara baktı. “Burada yaşasa, mutsuz olmaz insan.” Dedi. Çocuksu bir ifadeyle annesine baktı onay bekler gibi. Bu kez anne gülerek karşılık verdi, hem de gerçekten gülerek.                                                              


Perdeyi açtı hızlıca. İçeri sızan ışık, hem gözünü aldı, hem de uçuşan tozları açığa çıkardı. Pencereden dışarısıysa; masmavi ve yemyeşildi. Mutluluğu hissetmeyi garipsedi, aptal gibi bağırmak ya da şımarmak istedi. Nasıl mutlu olunacağını bilmediğinden, acemice hareketler yapıyordu. Bulutlara bakarken küçüklüğünü hatırladı; dedeleriyle birlikte her Pazar günü dağa gittiklerinde, bulutlara bakardı anneannesinin dizine yatıp. Ağaç dallarının arasından gökyüzünü izler; bulutlardan şekiller çıkarırlardı beraber. Kimisi ata benzerdi, bazen uğur böceği, yahut bir elma. Rüzgar hemen dağıtır, yeni bir biçim verirdi beyaz öbeğe. Sonra bulutlarda yürümeyi hayal ederdi. Hatta bir dönem, hayatının en büyük, en vazgeçilmez ve heyecan verici isteği buydu;  koşmayı, yuvarlanmayı, zıplamayı, çığlıklar atarak gülmeyi istiyordu bulutlarda, çok istiyordu. Pamuk gibi olmalıydılar. Gökyüzünün en tepesinde, ucu bucağı olmayan, bembeyaz pamuk tarlaları.. Kuşlar gibi çığrışıyor, koşuyor. Annesi, dayısı, dedesi, anneannesi, babası, herkes orada. Beyaz ayı da orada, Boncuk da.  Herkes gerçekten gülümsüyor.. Bulutların üzerinde yürünemeyeceğini öğrendiği günkü halini hatırladı sonra, hayatta ilk ama en etkili hayal kırıklığıydı, çaresi olmayan, çözümsüz mutsuzluğun ilk deneyimiydi bu. Çok ağlamıştı. İnanmamıştı. Gözleri doldu, annesine belli etmemeye çalıştı. Yorgun anne eski koltuğun üzerinde uyuya kalmıştı çoktan.                                       


Kapıyı yavaşça çekti annesini uyandırmamaya dikkat ederek. Hole baktı; her yer tahtadan. Tahta kurularının oyduğu, verniği dökülmüş korkulukları tuttu ve her adımında kırılacakmış gibi gıcırdayan merdivenden inmeye başladı. Çok dikkatli ve ağırdı hareketleri; otele, her an incinecekmiş gibi davranıyordu, otel bir ihtiyar adamceğizdi onun gözünde ya da çok incinmiş, kırgın, zarif bir köylü kadın. Otele saygı duyuyordu. Bahçeye adımını atıp etrafı süzdü. Bir tarafta marul, domates, hıyar ve daha bir sürü sebze ekiliydi. Bahçenin küçük bir kısmı bir karışlık çitle ayrılmıştı bunlar için.  Karşısında dalları yere sarkan meyve ağaçları da vardı, eriklerin üzeri tozdan kahverengiye çalmıştı. Sol yanında yine bahçenin ayrılmış bir bölümü vardı; tahtadan bir çatı altına, dört masa atılmıştı. Sadece bir masada çay içen yaşlı bir çift vardı.  Karı koca olmalıydılar. Yanlarında en az onlar kadar yaşlı tekir bir kedi vardı. Mırıltısını kuş cıvıltıları bile bastıramıyordu. Herkes mutluluğunu haykırıyordu sanki olanca sesiyle. Gözlerini kapatıp ormanı içine çekti, sarhoş olmuştu.


Odanın kapısını, annesinin hala uyuyor olma ihtimaline karşı yavaşça açtı ama kapı ona inat müthiş bir gıcırtı çıkarmıştı. Anne, pencere kenarına oturmuştu, gülümseyerek oğluna baktı; elinde tüten bir bardak tutuyordu, çay olmalıydı bu, çayı çok severdi annesi. “Uyandın mı?”diye sordu adam. Sorunun saçmalığını anlaması birkaç saniyeyi buldu. “Bir saattir seni izliyorum. Kedileri sevişini, ağaçlara, çiçeklere bakmanı.. Çocukluğundaki gibiydi yüz ifaden. Gerçi sen hala benim minik oğlumsun, hiç büyümedin gözümde.”Annesi başını yine pencereden tarafa çevirdi. “Büyümedim.”diye mırıldandı gözü dalarak adam. Kadın duymadığını belirtir gibi baktı; “yemek diyorum..” Dedi adam,”acıkmadın mı?”


Domates çorbalarını hızlı hızlı içtiler, acıkmışlardı. Ardından  balıklar geldi. Çorba içerken hiç konuşmamışlardı. Adam balığından bir parça alıp; “ee,anne sen de sevdin mi burayı?” dedi, o sırada açık pencereden içeri müthiş bir rüzgar esti, birkaç peçete uçuştu; garson hızla gelip pencereyi kapadı. “Geceleri biraz serin olur burası.”Dedi gülümseyerek. Sanki bu onun suçuymuş gibi mahçup görünüyordu. Çevrelerindeki masalardan çatal bıçak sesleri geliyordu. Üç masa daha doluydu yalnızca ki birinde çalışanlar oturuyordu. Bir masada genç bir çift vardı ve kız epey hoşnutsuz görünüyor, hatta yüz ifadesine bakılacak olursa söyleniyordu. “Ben de çok beğendim yavrum, çok dinlendirici.” Dedi annesi. Adam ne sorduğunu unutmuştu ama cevabı duyunca anladı. “Zaten sen mutluysan..” Dedi anne. Adam düşündü sonra. Hep böyleydi zaten, oğlu mutluysa annesi de mutlu, mutsuzsa anne de mutsuzdu. Oğlu beğeniyorsa annesi de beğeniyordu, seviyorsa annesi de.. Hep böyleydi. Tüm hayatından, isteklerinden ve benliğinden feragat etmiş, oğluna bağımlı yaşıyordu. Adamın sırtında koskoca bir ur gibi sıkıntı veriyordu bu durum. Annesinin böyle olmasını hem istemiyor, hem de madem böyle onu mutlu etmek zorundayım diye düşünüyordu.  Mesela burayı belki gerçekten beğenmemişti annesi. Gerçek duygularını, isteklerini bilmek istiyordu. İyi  rol kesiyordu, hep oğluna uyup gerçek fikirlerini saklayarak, kolay değil.  Adam annesinin ağzından olumsuz bir şeyler duymak ister gibi zarfladı; “Denize çok uzak ama. Arabayla gidilir ancak.” Dedi.  Bunun üzerine yine kendisini onaylayan bir şeyler geleceğini tahmin etti. Annesi de bu durumdan hoşnutsuz olduğunu söyleyince, adam hemen; “bence uzak olması daha iyi, denize girmek pek istemiyorum zaten. Sen denize uzak diye pek beğenmedin o zaman burayı?” Dedi, anne balığından bir lokma alarak “sen mutlu ol da..” Dedi, gülümsüyordu.


Güne erken başlamıştı adam, saat henüz altı. Normalde tatil günleri öğlene kadar uyurdu. Annesinin açıkta kalan omzunu örterek işe yaradığını hissetti. Sonra da çocuksu bir heyecanla bahçeye süzüldü parmak ucunda. Onun gibi erken kalkmış olan birkaç yaşlıya günaydın dedi sevinçle. Masanın kenarında mırıldayan kediyi okşadı, çılgınca ötüşen kuşlara baktı; müthiş bir ahenk içindeydi her şey.


Bahçeden kopardığı domatesten bir ısırık aldı, mis gibi kokuyordu. Sapsarı çekirdekleri vardı domatesin. Domates dedi. Domates demek hoşuna gitti ve gülümsedi. O sırada gözü bahçe kapısının az uzağında, dışarıdaki köpeğe takıldı. Büyük, çok büyük bir kangaldı. Epey de yaşlıya benziyordu. Sarı tüyleri kahverengiye çalmıştı, bakımsızdı. İçeri bakıyordu köpek, toprak yolun ortasında durmuş, kulaklarını dikmiş, pür dikkat otele bakıyordu. Sonra adama baktı. Bir süre bakıştılar. Yola çöküverdi, oturdu köpek. Adam ona doğru yürümeye başladığında,  garsonun sesi duyuldu: “Aman abi, tekin değil o hayvan. Yıllardır kimseye yaklaşmaz. Eskiden buranın köpeğiymiş ama.” Garson lafını bitirince adam tekrar köpeğe baktı. Hayvan hala ona bakıyordu, göz göze gelince başını çevirdi. Adam tekrar garsona dönüp bakınca, çocuk masayı silmeyi bırakıp anlatmaya devam etti: “Bu köpek burası açıldığından beri belki de, yıllardır buranınmış. Bana kalsa insan yaşıyla yüz var.” Öksürdü, sigara içmeyi beceremiyordu. “Çok akıllı hayvan. Ben altı senedir buradayım, iyi anlaşırdık.” Gülümsedi. Sonra ciddileşti. “Adı İhtiyar.” Adını duyunca garsona baktı İhtiyar uzaktan. Kendisinden bahsedildiğini biliyordu. “Bizim patron daha yavruyken ona bu adı koymuş. Ooyun falan oynamazmış, küçükken bile çok ağırbaşlıymış hayvan, o yüzden. Ben sonradan yetiştim. yavruluğunu göremedim.” Sigarayı söndürdü. “Oturup beklerdi burayı, korurdu. Buraya gelenleri bile sahiplenirdi. Öyle akıllıydı abi, hissederdi hayvan, müşteri gelse havlamaz, kötü biri geçse kapının önünden, koparırdı kendini.” Bir sigara daha çıkardı, adama da uzattı. Aldı adam. Bir buçuk sene önce sigarayı bırakmıştı, annesi bakıyor mu diye pencereye baktı, yok. Yaktılar. “Çay da vereyim mi abi?” “Yok, devam et.” Bir nefes çekti çocuk, öksürdü. “Bir keresinde buraya dağdan kurt indi, aç hayvan, şaşırıp gelmiş kokuya. Bizi korumak için onlarla kapıştı. Üç kurdu telef etti de, kendi de kan revan içinde kaldı. Ölür kesin dedik, iyileşti gene İhtiyar.” Susup nefeslendi. “Ama sonra ne olduysa.. Ben bu köpeğe babamdan çok güvenirdim ha.” Güldü garson çocuk. “Valla bak, insandan daha çok güvenirdim bunun vereceği tepkilere. Bir gün buraya gelen birini…”Durdu birden, anlatmak istemiyor gibiydi. Köpeğe baktı garson, adam da baktı. İhtiyar, ta uzaktan  garsonun gözlerinin içine bakıyordu büyük bir ciddiyetle.  “Bir milletvekili gelmişti ailesiyle buraya. Herhalde gözden uzak olsunlar diye  bu otele geldiler, o zamanlar otel iyiydi zaten, yepyeniydi. Benim işteki ilk zamanlarım. İhtiyar, daha ilk an sevmemişti onları, ben anlamıştım. Hırlayıp durdu. Sonra ben tam servise çıkacakken bir çığlık koptu ama nasıl çığlık, koştuk hepimiz dışarı, köpek vekili almış altına, İhtiyar, adamın yüzünü gözünü parçaladı abi ya. İz kalmıştır muhakkak. Hepimiz şoktan müdahale bile edemedik. Hani bizim çocuklardan biri yapsa bunu, vallahi bu kadar şaşırmazdım. Çığlıklar içinde bunlar adamı aldıkları gibi arabaya atıp hastaneye gittiler. Biz elimizde tabaklar öylece duruyoruz hala. Patrona baktım bizim,  öyle kalakalmış o da. Pencereden bakıyor. Karmış adam. Köpeğiyle bakıştı bir süre sonra koştu içeri, aldı tüfeğini,vurdu İhtiyar’ı.  Başka kimsesi yok onun da, ne ana, ne çocuk, ne karı.. İhtiyar’ı evladı gibi severdi, konuşurdu onla. Nasıl üzüldü düşün yani. Köpek kan içinde düşe kalka çıktı gitti. Bir kaç el daha ateşledi, isabet etti galiba bir kez daha,  koştuk biz durdurduk. Oturdu ağladı sonra koca adam. O milletvekili de mahkemeye verdi burayı, köpeği zehirlemeye geldiler ama dedik biz onu vurduk öldü. Bir sürü tazminat ödedik, beli doğrulmadı o günden sonra zaten. Burası da işte, güzel ama iflas etti edecek. Kimse gelmedi buraya..” Sigaradan son nefesini alıp söndürdü. “Sonra abi, bir gün bir baktık köpek ölmemiş. İlk ben gördüydüm; otelin ta ilersinde, ağaçların oradan buraya bakıyordu. Bir aya yakın zaman geçtiydi, saçma yaraları vardı her bir yanında. hemen yanına gideyim, besleyeyim dedim. Bence o adam bir şey etti hayvana, durduk yere ısırmaz, sebepsiz kimseye havlamışlığı yoktu, kötü bir şey hissetmedikçe. Neyse abi, ona doğru gittiğimi görünce hemen kalktı, başını öne eğdi, sekerek ağır ağır gitti. Çağırdım, gel dedim gelmedi. Hepimize küsmüş hayvan.  İnsan gibi ya. Küsmüş abi. Arada gelir uzaktan bakar böyle ama birimiz ona doğru bakalım, yaklaşmaya kalkalım, hemen kalkar gider. Ormanda kaybolur. Yıllardır kimseye sevdirmedi, yaklaştırmadı. Okadar yaradan sonra nasıl iyileşti, kendine nasıl baktı, ne yedi onu da bilmiyorum yıllarca. Çok kuvvetli hayvan.” Sustu. Sonra döndü arkasını, mutfağa gitti. Adam üzülmüştü bu hikayeye. Köpeğe döndü; İhtiyar, bakışlardan rahatsız olmuş gibi zorlanarak kalktı, başı önde, topallayarak ağaçların arasında yitti.


O gün sıkıntılıydı. Siyah bulutlar güneşin önüne geçmiş, ışımasına izin vermiyorlardı. Rüzgar sert esiyor, ekimdeymiş gibi sallıyordu ağaçları. Merdivenlerden gelen sesi dinledi adam, gıcırtılar aşağı, hole doğru yaklaşıyordu. Ayaklar ağır ağır iniyor ve merdivenleri incitmemeye çalışırcasına parmak ucuyla basıyordu. Annesi olduğunu düşündü, yanılmamıştı. Anne içtenlikle gülümsedi. “Hava soğumuş.”dedi, ciddileşmişti. Önemli bir şey konuşması gerektiğinde önce havadan bahsederdi. “Artık dönelim evimize, ha yavrum? Burasını ben de sevdim ama dönmemiz lazım.” Bir süre sessizlik oldu. “Neden ki? Neden dönmemiz lazım?” Annesine bakmıyor, gri havayı izliyordu. Bir hafta çabuk geçmişti. Hızla geçip gitmek zamanın fıtratında vardı.  “Yani… Sonsuza kadar burada kalamayız yavrum, değil mi?” Adam  pencereden dışarı bakıyordu hala, kaşlarını çatmıştı. Kafası uğulduyordu, ya da rüzgar sesiydi bu, bilemedi. Başı dönüyordu. Uzun selvi ağaçları sallanıyordu. Bir o yana, bir bu yana yatıyorlardı. “Kalsak ne güzel olurdu, sonsuza kadar…” Bunu ne kadar isteyerek mırıldanmıştı, gözlerindeki hüznün sebebi de asla gerçek olmayacağının bilincinde olduğundandı. Bulutlarda yürünmezdi. Yine de birkaç saniyeliğine bir çocuk gibi umutlanmıştı; annesinin kalalım demesini bekledi. Sustular.  Rüzgar, tahtadan oteli gıcırdatıyordu. “Bugün de kalalım.”dedi adam.” Gözlerini selvi ağaçlarından annesine çevirdi. Soğuk, ciddi bakışlarla ve donuk bir ses tonuyla: “Yarın gideriz.” Dedi. Bu kez annesi ağaçlara çevirdi bakışlarını; “olur evlat.” dedi. İçinde sebebini bilemediği derin bir hüzün, endişe vardı.


Annesi kahvaltıdan sonra odasına çıkıp uzanmıştı, sanki adamdan bir şeyler saklıyordu. Ya da adama öyle gelmişti. Arkasına baktı adam, otelden biraz uzaklaşmıştı. Tekrar önüne dönüp yürümeyi sürdürdü. Bir planı yoktu, öylece yürüyordu ama sanki yetişmesi gereken bir yer varmış gibi, telaşlıydı hareketleri. Rüzgardan uğuldayan selvilerin arasına daldı.  Karnını bir mengene sıkıştırıyor gibi endişeliydi, nefes nefese etrafına baktı durup. Hava daha da soğumuştu. Yürümeyi sürdürdü.                 


Ağaçların uğultusu ayak seslerini bastırıyordu. Gözü bitkiler dışında bir canlı aradı; kuşlar, böcekler, karıncalar… Yoktular. Hiçbiri yoktu. Gri ormanda hiç kimse yoktu. Elindeki bir parça ekmeğe baktı, hatırlamıyordu ama karıncaları beslemek için almış olmalıydı. Elinin titremesinden ürküp aniden cebine soktu. Bakındı, yoktu hiçbiri. Hepsi gitmişti sanki. Koca ormanda bir o var gibiydi.


Yağmur aniden başladı, sert, keskin bir gök gürlemesiyle. Fena yağacaktı. Arkasına baktı, çok fazla ilerlemişti. Düz gitmemiş, ağaçların şekillerine göre zikzaklar çizerek yürümüştü. Heyecanı arttı, şimdiden  baştan aşağı ıslanmıştı. Kaybolduğu endişesinden mi, içi sıkışıverdi. Havanın kararmış olması bulutlar yüzünden mi bilmiyor. Bir karış suyun içine, saldı kendini dizlerinin üstüne. Nedenini bilmeden ağlamaya başladı. Yağmurla birlikte ormana karışıyordu yaşlar. Sert bir gök gürlemesiyle aynı anda çığlık attı, bağırarak, haykırarak ağlıyordu. “Karıncalar…” diye bağırdı, ekmeğe  baktı; ıslanmış, parçalanmıştı. Daha çok bağırarak ağlıyordu şimdi, karanlık ormanın içinde adam. Yağmur, şimşekler ve orman adamın çığlıklarını bastırıp saklıyordu, sesini duyurmamak istercesine iyice çoğaldı, çoğaldı yağmur, gürledi hava. Başı deli gibi dönüyor, içinde, beyninde çığlık atan biri kulaklarını çınlatıyordu. Bir ara kafasını kaldırdı adam. Sekiz, on metre ileride, sırılsıklam olmuş ama ne gariptir hiçbir yere saklanma ihtiyacı duymamış bir köpek durmuş, öylece ona bakıyordu. “İhtiyar…” Diyebildi adam.    


Annesi hızlı, endişeli adımlarla garsona yaklaştı. Gözleri büyümüşü. “Oğlum..” Dedi. “Nerede, gördünüz mü?” Genç garson pencereden dışarı, yağan yağmura baktı. Aylardan beri böyle bir şey  görmemişti. Yürüyüşe giderken görmüştü adamı, o da endişelendi. “Teyzecim, yürüyüşe çıkmıştı. Bir saat oldu en fazla, döner şimdi, belki köy kahvesine falan sığındı.” Çıkalı en az iki saat olmuştu ve en yakın kahve kilometrelerce uzaktaydı; kahveden ters yöne, ormanın içine yürüdüğünü görmüştü adamın üstelik ama kadını endişelendirmek istemiyordu. Annenin korkulu gözleri dolar gibi oldu, cama yaklaştı; “hava..”Dedi. “Çok yağıyor.” Garson da işini bırakıp pencerenin yanına geldi, ıslak, sallanan siyah ağaçlara baktı. Dehşet yağıyordu ve fırtına vardı. Yolda şimdiden sel oluşmaya başlamıştı bile. Dünyaya yağması gereken tüm yağmur, şu an buraya yağıyordu sanki. Elindeki tabakları masanın üzerine bıraktı sertçe. “Ben onu aramaya çıkayım, endişelenecek bir şey yok ya, olsun.” Son söylediğine kendi de inanmamıştı, bal gibi endişelenilecek durum vardı. Uçurum vadisine doğru, köye ters yönde yürüyüp yitmişti adam. Zaten acayip biriydi. Mutfağa koştu. O sırada en arka masada tek başına oturan yaşlı adam, elinde, dibinde bir yudum şarap kalmış kadehe baktı. Sonra yukarı, tavana dikti gözlerini. Gözleri korkmuş ama sinirli bakıyordu. Ağzından belli belirsiz sözler çıktı. Küfür olmalıydılar. Otelin diğer çalışanı hızla adamın elinden bardağı kaptı. “Yeter artık dayı, saçmalamaya başladın, çık odana sen haydi.” Kırılmış gibi baktı garsona yaşlı adam. Genç garson mutfaktan, yağmurluğunu giymiş olarak çıktı. Yeşil, çok eski, bir dirseği eriyip incelmiş bir yağmurluktu bu. Arkadan otelin  sahibi çıkarak telaşlı adımlarla annenin yanına yaklaştı, odasından ilk kez çıkmıştı, kadın ilk kez görüyordu adamı; ihtiyar, bir gözü kördü. “Merak etmeyin hanımefendi.” Ses tonu oldukça kibar, toktu. “İsterseniz polis arkadaşım var köyde, haber verelim?” Anne birden gözlerini adama çevirdi. Oğlunun yokluğunu bir an unutmuş gibiydi. “Yok…” diyebildi sadece. Polisten korkar bir hali vardı. Anne gözlerini tekrar cama çevirdiğinde, otelin bahçe kapısında bir karaltı olarak görünen oğlunu tanıdı. Öylece duruyordu deli gibi yağan yağmurun altında. Ellerini cama dayayarak: “Oğlum…” Dedi.


Kendini dışarı attı kadın. Adam hala bahçe kapısında duruyordu. Kadın da duraksadı. Anında sırılsıklam, sanki denize düşmüş gibi oluvermişti. Gök gürültüsü, birkaç saniyeliğine etrafı aydınlattı. Bir şelalenin altındaymışçasına tüm orman sırılsıklamdı. Rüzgarın da etkisiyle iri damlalar bıçak gibi yüzünü kesiyordu kadının. Anne, ikisinin de konuşmadan öylece suyun altında durup birbirlerine baktığını fark etti birden. Anlamsızca duruş, kadını korkutmuştu. Koştu, boynuna atlayıp; “Oğlum!” Diyebildi. Adam ne sarılmış ne de bir şey demişti. Duruyor, ifadesiz, bal mumundan bir heykel gibi boşluğa bakıyordu. Kapıda duran garson şaşkınlıkla izledi olanları, sevinmişti de adamın geldiğine. Yolunda gitmeyen bir şeyler de vardı ama, adam kötü görünüyor, olduğundan daha garip davranıyordu. Şaşkınlıktan o da yerinden hareket etmemişti. Ağzını açmış, neler olduğunu anlamaya çalışıyor, bu anlamsızlığa kafasında bir mana oturtmayı deniyordu. Kadın oğlunun koluna girdi, otele doğru yürümeye başladılar. Birden garson da fırladı dışarı, aptallığını öteleyip unutturmak istercesine. Öbür koluna girdi adamın. “İyi misin abi?” diye bağırdı. Kapıdan içeri gireceklerken, genç garsonun dikkatini bir şey çekti; heyecandan kimse fark etmemişti ya da fark edip önemsememişlerdi  ama bahçe kapısında adamın yanında bir karaltı daha vardı sanki. Başını arkaya çevirdi genç adam; tüyleri sırılsıklam, patileri çamura gömülmüş, burnundan yere sular sızan, yorgun gözlerle onlara bakan koca bir kangal… İhtiyar, adamı içeri girecek mi diye kontrol edercesine kapıya bakıyordu. Güvende olduğunu anlayınca arkasını döndü, ormana doğru ilerledi. Garson bir süre sadece baktı arkasından köpeğin.  Adamı buraya ihtiyar getirmişti.


Minibüs sıkışık, ter kokuyordu ekşi ekşi. Adam her zamanki gibi cam kenarına oturmuş, hızla geriye doğru akıp giden dağlara bakıyordu. Parlıyordu dağlar üzerine yağ sürülmüş gibi. Güneş sanki yazın bitmesine isyan edercesine, dün geceki tufanı telafi etmek istercesine ısıtıyordu etrafı. Anne durgun, konuşmamıştı dün geceden beri. Adam da konuşmamıştı. Araçtaki herkes gibi, üzgündü suratı.  İçerdeki insanların kaşları düşmüş; hiçbir beklentileri, umutları kalmamış gibi bakınıyorlardı. Aracın radyosunda bir şarkı çalmaya başladı. Ses kısık ve cızırtılıydı. Anlayamadı ne olduğunu, başı dönüyordu. Dağlar, ağaçlar akıyordu hızla. Güzel olan her şey geride kalıyordu. Hızla. Mutsuzdu.


Ormanın içinde ağır ağır yürüyordu. Duraksayıp arkasına baktı. Sonra yine devam etti. Ne yapacağını bilmiyor gibiydi. Oturacak bir yer aradı, yorgundu. Her yer ıpıslaktı. Oturmadı. Silkindi, sendeledi. Ağaçların dallarından hala sular damlıyordu. Her yer yemyeşil olmuş, yeni otlar fışkırmıştı toprağı yarıp. Kuşlar çılgınca bağırışıyor, banyo yapıp, sonra da güneşte kuruyorlardı.  İri, ıslak çınarın üstündeki sincap, elindeki yemişi eşiyle paylaşıyordu, sevgi dolu sesler çıkararak. Kurbağalar, derenin kıyısındaki kayalara yayılmış, güneş banyosu yapıyorlardı. Kocaman popolu bir örümcek, yağmurdan zedelenmiş olan ağını, büyük bir ustalıkla ve zevkle ağır ağır yamıyordu. Kaplumbağa, ıslak, taze otlardan bir diş alıyordu her adımında. Yukarda özgürce süzülen kartal aşağı bakmıyordu, gözü bulutlardaydı. Bugün avlanmayacaktı. Yorulana kadar uçacaktı bugün… Birkaç ağır adımdan sonra, tekrar arkasına döndü İhtiyar. Bakındı. Kulakları düşmüş, suratı üzgündü. Etrafındaki harekete, canlılığa, neşeye ayak uyduramıyordu. Öylece durdu.

Hiç yorum yok: