3 Haziran 2014 Salı
Umutlar Mayıs'ta
Ankara’dan ayrıldığımdan beri 6 saat geçmişti ve ben kendimi berbat hissediyordum. Uçak rötar yapmış, havaalanında bagajım kaybolmuş, üstelik telefonumun da şarjı bitmişti. Kendi kendime, neden hala 3310 kullandığımı sordum. Hâlbuki 3 gün önce şarj etmiştim ve ortalama, hiç konuşma yapmadığım zamanlarda 7 gün, biriyle mesajlaşlaştığımda 5 gün dayanan pili vardı. Sorgulamak saçmaydı, herhalde bunun içindir. Yine de bu telefonun vadesi de benim gibi yavaş yavaş dolmaya başladı diye içlendim.
Bu karmaşık sayılarla dolu düşünce akışımdan sonra, ikinci defa anons edildiğini hissettiğim adımı duydum ve bagajımı 27/A numaralı kapının yanındaki ‘’Security’’ yazılı odadan alabilecektim. Uzun yürüme bantları ve birbirinden pahalı vitrinli dükkânları ardımda bıraktım. Ardımda bırakmayı çok iyi bilirdim. 3. Sınıfta okul bahçesinin hemen arkasında, Atatürk büstünün yanındaki koca çam ağacının altında Gülçin’i de, soğukta yenmiş bir tokadı anımsatan Ankara’yı da ardımda bırakmıştım. Gülçin şimdi ne yapıyordur bir kere olsun düşünmedim, zaten ondan sonra da bir ilişki tutturamadım. ‘’Security’’ yazılı kapıya geldiğimde, ortaokul yıllarımdan kalma bir travma olacak ki ceket ilikleme, kravat düzeltme alışkanlığımı oracıkta giderip; kapıyı, çalıp çalmama konusunda kendimle boğuştum. Gırtlağımı temizlemiş, sol yumruğumu kapıyı çalmak üzere kaldırırken, DTCF günlerimi anımsadım. Hepsi bir anlık gerçekleşti. Hatta o kadar anlıktı ki kapı açıldığında; ‘’Buyurun Mahir Bey, biz de sizi bekliyorduk.’’ diyen güvenliği; dekanlığı tutsak öğrencilere özgürlük mücadelemiz için basıp, yoldaşlarımızın fotoğraflarıyla donatılmış pankartı camdan aşağı sarkıttığımızda, plastik mermiyle Harun’u yaralayan polisi yakalamak adına, 2. kattan atladığım günkü polis sanıp, sol yumruğumla kapıya yapacağım hamleyi, güvenliğe uygulayacaktım.
Bir an adımı nereden bildiklerini düşündüm. Herhalde üniversite dönemimden kalma bir travma olacak ki, saçma sapan konuşma Mahir dedim kendime ve bu düşünceden kolayca kendimi kurtardım. Güvenlik çay isteyip istemediğimi sorduğunda, kendimi sorgudaki amir gibi hissettim. Ağzım pas tutmuştu. İstanbul’a geldiğimden beri 13. çayım olacaktı bu. Yine de en azından 13. çayı bedava içebilecek olmanın verdiği mutlulukla açık olsun, şeker de istemez dedim. Herhalde uzun sure beyefendilerle beraber olacaktık ki, uzun boylu, yanağının sağ tarafında kuş üzümünü andıran bir bene sahip güvenlik, konuya girdi.
‘’Polise çoktan haber verildi Mahir, sana lafı uzatmayacağım, çantanda o bira şişeleri, abuk sabuk yazılar ile gaz maskelerinin ne işi var?’’
Çok da şaşırmamıştım bu aptalca soruya, gülerek, ‘’İstanbul’un havası kirli diyorlar, ben de Ankara’da iken Raşit Abinin nalburundan birkaç tane alayım dedim.’’ diye esprili bir giriş yaptım.
Güvenlik görünümlü sorgucunun, hemen özel güvenlik değil de bir muhbir olacağı düşüncesi kapladı bedenimi. Sorular ardı arkasını kesmiyor, beni terletmeye çalışıyorlardı. Konu bira şişeleriyle ilgili konuya geldiğinde soruları cevapsız bırakarak, daha şüpheli bir duruma geçtim. Diğerlerinden daha genç olduğunu düşündüğüm, şapkasını elleri arasına koymuş sarışın olan güvenlik sırıttı. Benli olansa kızmışa benziyordu. Bir süre sessizlik oldu. Bu sessizlik anında, ayağa kalktım, çayım gelmişti. Çayımdan bir yudum aldım. Sanayi çayından halliceydi. Belki yağı biraz azdı. Sigara yakıp yakamayacağımı sormadan Maltepe sigaramı yaktım. Derin bir nefes alıp ‘’Dostlar, içmek isteyen var mı?’’ diye sordum yanıt alamayınca, yanıtsız bıraktığım soruyu da ‘’Bira da mı içmeyelim abiler?’’ diye yanıtladım.-İstanbul’da son zamanlarda yasaklanan alkol hem meclisin İstanbul’a taşınması, hem hükümetin İstanbul için geçmişi yâd etmek adına planları, hem de son günlerde İstanbul’da hükümet karşıtı eylemlerin şiddetlenmesiyle ilgiliydi.- Güvenlikler pür dikkat beni izliyor saatlerine her 17 saniyede bir bakıp polislerin ne zaman geleceğini gözleriyle birbirlerine soruyorlardı.
Telsizden gelen küçük bir anons ve siyah botların yere çarpma sesi! Her yerde tanırım bu sesleri. ‘’Geliyorlar merak etmeyin, 7 saniyeye burada olurlar.’’ Dedim. Sayılarla aram iyiydi. Ama şu ‘’İddayı’’ bir tutturamadım da neyse. 7 saniye sonra kapı açıldı. Genç olan güvenlik saniyeleri saymış olacak ki bana şaşkın bir biçimde bakakalmıştı. Çok da üstüme alınmadım. Apar topar ellerim arkadan bağlandı. Yanağım yeri süpürmek üzere, yüzüm sağ tarafa bastırıldı. Rahat halim hoşlarına gitmemiş olacak ki, karın boşluğuma da sağlam iki tekme yedim. Şerefsizlerin şu botları yok mu, ulan Nisan ayında bot mu giyilir ayı diye sitem ettim kendi kendime. Seslice söylemiş olacağım ki, kaburgalarıma yediğim tekmeyle tekrar sarsıldım. Hızlıca ekip arabasına bindirildim. Neyse ki çantamı da almıştım. İçim rahattı. Üstelik kalacağım yerin yakınlarına bedavaya gidiyordum.
Yüzümdeki gülümseme polisleri rahatsız etmiş olacak ki ‘’Ulan siz mal mısınız? Yediğiniz dayaklar yetmiyor, üstüne öldürürcesine de dövdüğümüz oluyor hala aynı terane. Oğlum sizin kafanız hiç mi çalışmıyor? Silah bizde, cop bizde. Vur deseler vurur, öl deseler ölürüz. Hala protesto peşindesiniz.’’
Sesimi çıkarmadım. Gülmeye devam ettim. Şoför olan araya girip, koltuğun yanına sakladığı beyzbol sopasının tersiyle, karnıma bir darbe indirdi. ‘’Gonussana la bebe!’’ demesiyle Ankaralı olduğunu çözdüm. Dile getirmedim. Sohbet mi edecektim bir de! Kendi kendime anlık düşüncelerimden birini daha yaşadığımdaysa ekip otosunda beyzbol sopasının ne aradığını sorguladım.
Sonunda Beşiktaş ilçe Emniyet Müdürlüğü’ne gelmiştik. Karnımdaki sancı geçsin diye araçtan inerken gerindim. Şimdi daha iyiydim. Güneş batmaya yakındı ve cıvıl cıvıl bir gündü. Bu ay sona eriyordu artık. Rüzgâr soldan, meltem edasıyla esiyor, Nisan yerini Mayıs’a bırakıyordu. Yarın çok daha güzel olacaktı. Rüzgârsa bunun habercisiydi.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder