Uzun yazılar
maalesef okunmuyor veya bizim ülkemiz okuyucuları, üç sayfadan fazla oldu mu
okumayı bırakıyor. O yüzden bölüm bölüm yazmak istedim. Elbette bu arada kısa
bir açıklama zorunluluğu da doğmuştur. Öncelikle; tarafsız ve apolitik olduğumu
ileri sürmeyeceğim. Aslında sadece insan için değil; hiçbir canlı için
tarafsızlık diye bir tutum yoktur! Önyargısız olmak, iletişime açık olmak veya
dogmatik olmamak gibi terimlerle kendimi niteleyebilirim. Zaten tarafsız
olduğunu ileri sürenler veya bunu bir ilke olarak kabul ettirmek isteyenler;
açıkça savunamadıkları taraftarlıklarını egemen kılmak için takiye
yapıyorlardır. Politika da insanlar içindir. Hiçbir insan düşünce ve eylemi
apolitik olamaz. Yoksa politikayı sığırlara, mandalara mı bırakacağız? Son
zamanlarda başbakan ve tayfaları; şunu diyeceksen politikaya atıl, böyle
yapacaksan istifa et aday ol gibi manyakça sözler sarf ediyorlar. Yani sadece
ülkeyi yöneten bir profesyonel politikacı takımı olacak ve halkın tamamı sadece
sandığa gittiğinde politik tercih yapacak! Hiçbir şey düşünmeyecek, öneride
bulunmayacak, karşı çıkmayacak, protesto etmeyecek, fikrini söylemeyecek ve sadece
yönetenlere itaat edip, onların iradesini kabullenecek… Elbette 4-5 yılda bir
önüne konan sandığa gitme ve o zaman tercih etme özgürlüğü var. Oysa insanın
sabah yataktan kalkması ve sokağa çıkması bile politik bir eylemdir. Bunların
dayattığı sistem ise; doğrudan halkın iradesine el koymadır! Zaten ülkemizin
demokrasi sorunu sandığa gidip oy verememekten değil; siyasi partilerin antidemokratik
ve diktacı yapılarından kaynaklanmaktadır. İç işleyişi ve yapısı tamamen
otoriter olan ve demokrasinin d’sinin olmadığı siyasi partilerin parlamentoda
olduğu bir yapıdan demokrasi çıkmaz. O yüzden; 1876 dan bu yana ülkemize ve
kurumlarına yerleşmiş, bir gram demokrasi kültürü yoktur ve bu yapıdan çıkması
da olanaksızdır!
Bu arada bir
düzeltme yapmam gerekiyor: Sorunlu çocuğun, sorunlu işçi annesini ilkokul
mezunu olarak yazmıştım. Bu gün öğrendiğime göre; lise mezunuymuş. Bunda
şaşılacak bir şey yok. Bu ülkede eğitim kültür ve nitelik yaratmıyor sonuçta.
Ancak istatiksel veriler için nicelik üretiyoruz. Bırakın lise mezununu;
fiziksel veya sözel şiddetin uygulayıcısı profesörlerle dolu değil mi ülkemiz? Yine
kendi başımdan geçen bir örnek: Mahkemeden savcı iddianemesini göndermişler
bana. Aynen şöyle tanımlamış beni, Cumhuriyetimin eğitimli savcısı: “akıl
hastası”! inanın Ülkemiz ilkokul mezunlarının en az üçte ikisi; artık akıl
hastalığı diye bir hastalık olmadığını biliyor. Bu ta Ortaçağ’dan kalmış bir
kavram ve o zamanlar zaten bilim seviyesi insan psikolojisini çözmeyi
başaramadığı içindir. Elbette benim aklımdan zorum yok ama bu tanımlamayı bana
yakıştıran savcının, bence aklından zoru olduğu kesin. Maalesef, eskiden
sınırlı da olsa bir miktar nitelik ve kültür yaratabilen eğitim sistemi; artık
kültürsüzlük ve yobazlık üretmektedir! Ülkemizin gerçeği bu.
Bir eğitimci
olarak, şunu tartışabiliriz; bireyin davranışlarını sadece okul eğitimi mi
belirler? Önemli bir etkendir ama bireyi ve toplumu tamamen eğitim
biçimlendirip dönüştüremez. Önemli bir etkendir ama bir insanı, yatılı bir
okula alıp 50 yıl eğitim verseniz de, o yine içinde bulunduğu toplumun ürünüdür
ve davranışlarının önemli bir bölümü sosyaldir. Maalesef her konuda olduğu
gibi, eğitim konusunda da çok önyargılıyız. Türk toplumu olarak, çocuğu okula
teslim ettiğimiz andan itibaren, her şeyi öğretmenlerden bekliyoruz. Oysa
anasınıfına kaydettiğimiz 5 yaşındaki bir çocuk bile, aile ve toplum çevresinde
önemli ölçüde şekillenmiştir. Zaten en fazla haftanın beş günü ve bu mesai
günlerinin de en fazla 5 saati okulda kalır. Buna karşın her veli; çocuğunun
her davranış bozukluğunu ve her sorununu okula yükler ve eğitimcilerden
düzeltmesini ister. Çocuk veya yetişkin olsun, en ufak bir hatası olduğunda;
“te seni okutan hocanın…” diye döşenilir. Hiç, “te seni böyle yapan aile ve
toplumun…” diye küfredeni görmedim. Elbette eğitim kurumu çok önemlidir,
nitelikli olmalıdır, etkilidir ama tek başına bireyi biçimlendiremez. Zaten
niteliğini kaybetmiş bir kurumun; öncelikle reformize edilmesi ve asli görevine
dönmesi sağlanmalıdır. Bu durumda öncü bir rol oynayabilir ama abartmamak da
gerekir. Elbette uzun eğitim hayatım boyunca, çok fazla eğitimcim oldu.
Şeriatçısından liberaline, ülkücüsünden sosyal demokratına kadar değişik
düşünce ve anlayışlara sahip kişilerdi. Belki sonradan sosyalizme yönelenler
olmuş olabilir ama bana eğitim verenlerin içinde hiç sosyalist olmadı ve aksine
hepsinin ortak özelliği, komünizm düşmanı olmalarıydı. Oysa ben sosyalist ve
ateistim… Elbette o eğitimcilerin etkili olup kendi düşüncelerini benimsetip
örgütledikleri öğrencileri de olmuştur ama bu kişiler; daha sonra farklı
düşüncelere evrilip değişmemişler midir? Sanki insan, yetmiş yaşında da
değişemez mi? Zaten bir insan saygı ve sevgi melekelerini geliştiremez, empati
kurmasını öğrenemezse; hangi siyasi düşünceyi veya inancı savunduğunun çok da önemi
yoktur. Çünkü, o; bir yobazdır! Dinci yobaz, milliyetçi yobaz, liberal yobaz,
sosyalist yobaz, ılımlı yobaz… ne fark eder ki? Sonuçta yobaz yobazdır. Zaten
Karl MARX da; siz Kapital’in şu bölümlerini muska yapıp boynunuza takın,
şuralarını da hıfz edin, şu durumlarda da şunları okuyup üfleyin, amentüm budur
dememiştir. Sakın benim eserlerime ekleme ve yorumlama sapıklığına girmeyin,
beni eleştirmeyin ve asla geliştirmeyin diye hiçbir eserine ayet eklememiş. Ben
hiçbir eserinde göremedim ama ben çevirilerini okuyorum. Orjinallerinde varsa,
lütfen bize gösterilsin. Bilmeden biz de, Marx’a şirk koşmayalım.
Elbette bir
sosyal ürün olduğum için; yaşadıklarımı aktarmak da toplumumuzu anlamak
açısından önemli. Yoksa uydurma örnekler verebilirim ama o zaman sanki,
bilimsel bir makale ya da eğitici bir fıkra gibi olur. Elbette bilim ve sanatı
dışlamıyorum. İkisi de hayatımı aydınlatan en güzel rehberlerim. Hiçbir zaman
bilim dışında bir açıklamaya itibar etmedim ama burada bu kadar kapsamlı bir
konuyu bilimsel bir yöntemle yazabilecek kadar bilimsel altyapım yok. Bu
bağlamda; yazdıklarımda bilimi dışlıyorum, sübjektif davranıyorum gibi bir
anlam çıkarılması ya da belli inanç ve düşüncelere önyargılı davranıyorum
tefsirine gidilmesine karşıyım veya bilinçli olarak, böyle bir tutum içinde
değilim. O yüzden böyle, deneme-fıkra türü bir tekniğe yöneldim. Çünkü
edebiyatta sadece anlatmak da, bir tür olabiliyor. Maalesef hiçbir bilim;
anlatı diye bir türü veya yöntemi kabul etmez. Bilimde sadece açıklama
olabilir. O yüzden; yazdıklarımın kesinliği veya bir iddiası olamaz. İsteyen
üzerinde düşünebilir, isteyen de serbestçe küfredebilir… kişisel olarak
kabullenmeye ve inanmaya karşıyım ve böyleleriyle muhatap olmak da istemem.
İnsan
kişiliğini korku ve şiddetten daha fazla bozabilecek olan, tecavüz olabilir!
Özellikle çocuklar için korku ve şiddet kadar travmatik sendromlara yol açan
çok az şey vardır. 5-6 yaşlarında olmalıydım. 11 kişilik bir aile, bir köy evi;
2 odalı ve içinde kocaman bir ocak, kış aylarında sürekli gelen misafirler,
ocağın başında insanların anlattıkları öyküler… Bu nostaljik bir tabloyu
canlandırabilir insan hafızasında ama anlatılanlar nelerdir? Cinler,
hortlaklar, sürüngen ve başka hayvanların kılığına giren bu doğaüstü
yaratıklar… Geceleri çıkıyorlar ortaya, mezarlıklarda konaklıyorlar,
evlerimizin pencerelerinin diplerinde gezip bizi gözetliyorlar, pusular
kuruyorlar, uykumuzda bizi ele geçiriyorlar, beynimizin, damarlarımızın içine
giriyorlar… hele bir anlatı var ki; “hortlaklar geceleri vuuuvv- vuuuvv diye
bağırarak dolaşırlarmış! İnsan o sese kulak vermek için, başını pencereden
dışarı çıkarırsa; hortlak uzun diliyle onun yüzünü yalarmış ve o zaman insan,
hemen şıp diye ölürmüş! Allah, günahkarları ceza için öldüklerinde hortlak
yaparmış. Kış geceleri rüzgar her ıslık çalmaya başladığında, yorganımı başıma
çeker, yanımda yatana sıkı sıkı sarılırdım… Hortlak gelmişti ve beni
çağırıyordu. Artık korkudan titrerken uyuyamazdım ve hortlağın çağrıları da
susmak bilmezdi. Ancak sabaha doğru rüzgarın sesi kesilince uyurdum. Ben o
yaşlardan sonra, geceleri altımı ıslatmaya başladım ve adım sidikliye çıktı.
Sonrasında geceleri hiç dışarıya çıkamaz oldum ve adım korkağa çıktı. Öyle ki;
akşam olduktan sonra, tek başıma tuvalete bile gidemiyordum!
Elbette
sonrası bilimsel tedavi hizmetleri başladı. Önce dedem defalarca nazar duası ve
başka sureler okudu ama fayda etmeyince; köyümüzdeki cinci hocaya götürdü. Ben
çarpılmıştım, bir gece tuvaletimi yaparken; farkında olmadan bir cinin üstüne
basmışım ve o da beni böyle cezalandırıyormuş… Hocaefendi, birkaç Atatürklü
banknot karşılığı bana muska yazdı ve derhal o gece; o cinlerin reisini çağırıp
konuşacağını ve yalakasını benim başımdan çektireceğini söyledi. Bir de dana ve
koç taşaklarından bolca yedirilmemi önerdi. Artık nerede bir koç veya bir dana
kesilse, dedem taşaklarını getirip küllüyor ve ben de afiyetle yiyordum.
Gerçekten çok enfes lezzetli yiyecektir. Hele külde pişirilmişi. Elbette altımı
ıslatmam iyileşmiyor ve bir türlü cesaret kazanamıyordum ama kasapların her gün
bir koç veya dana kesmesi için de dua ediyordum. Birkaç ay sonra dedem, cinciyi
fırçaladı. Muska da, taşaklar da yarar sağlamamıştı. Cinci de olayı konuştuğunu
ama benim üstüne bastığım cinin, cinlerin reisi olduğu için olayın kendisini
aştığını ve Limandere Köyün'deki cinci profesör üstadına sevk ettiğini söyledi.
Yani bizim cinci uzman ama oradaki bir tür tıp profesörüymüş ve cinlerin
reislerine ancak o hükmedebiliyormuş…
Randevusuz
gittiğimiz için saatlerce bekledik. Bizim önümüzde en az, yirmi hasta vardı
sabah saatinde ama biz beklerken en az 50 kişi daha sıraya girdi. Almanya’dan,
Hollanda’dan gelenler bile varmış. Eli ayağı çarpık profesör hocaefendi,
sakallı başını salladı. Cinci Hasan’ı aştığına göre, konunun çetrefil olduğunu
ve zaten bu durumda bir şey yapamayacağını söyledi. Artık bu çok komplike bir
vaka olmuştu ve zaten erken teşhis ve tedavi çok önemliydi. Yani bu cinler bana
ilk musallat olduğunda gitseymişiz, bir muskayla şıp diye çözermiş ama cinler
birini ele geçirdikten sonra, ne kadar çok zaman geçiyorsa; onları kovmak o
kadar çok zorlaşıyor ve duruma göre çok kapsamlı bir tedavi yöntemi uygulamak
gerekiyormuş. Bazı bilgileri not etti. O reisi ve kabilesini iyi tanıyormuş ama
o kafir cin de en kötü ve inatçı kabile reisiymiş. Başka bir kafire bulaşsam,
tedavi çocuk oyuncağıymış. Vay benim bahtsız başım; küçücük çocukken bile kafir
cinlerin en belalı reisine bulaşmışım. “Gece çağıracağım o kafiri. Bakalım
derdi neymiş? Kolay değil, bazen gücüm tükeniyor. Ben bunlara küfür ediyorum,
kavga ediyoruz, boğuşuyoruz sabahı sabahına! Bu kafir en inatçıları, onu yola
getirmek çok zor” dedi. Dedeme Cuma namazından sonra camiye gelmesini ve orada
kesin neticeyi söyleyeceğini söyleyerek gönderdi bizi.
O zamanın
parası, dedemden 20 bin lira mı ne istemiş! Dedem yalvar yakar, Allah rızası
için iki bin liraya razı edebilmiş profesörü ve üstündeki bütün Atatürkleri
vermiş. Meblağlar net değil yani yıllar öncesinden aklımda kalanlar. Yaklaşık
yarım inek parası gibi bir şeydi işte. Gerçekten çok kapsamlı bir tedavi
yöntemiydi. Önce evin güney tarafına, toprağa bazı yazılar gömüldü. Sonra bazı
Arapça yazılı kağıtlar tütsü yapılarak, evin içi tamamen dumandan geçirildi.
Boynuma yeni bir muska taktılar. Yastığın altına başka muska koydular. Bir
çanağın içine, Arapça yazılı bir kağıt ıslattılar. Her sabah ve akşam o boyalı
suyu içiyordum. Sonra dedemin Kuran okuması olduğu için, her gece belli
sureleri belli sayılarda bana okuyup, üfleyip beni tükürüğe boğuyordu… Allah’tan
profesör, taşak tedavisinin de alternatif tıp hizmeti olarak devam edilmesini
salık vermişti. Tabi haram olduğu için, kendilerinin yememesini ve diğer
çocuklara yedirilmemesini de kesin olarak tembihlemişti. Allah, şifa için ve
iyileşene kadar haram olan şeylere müsaade etmişti çünkü. Ama yine de ben; şifa
amaçlı da olsa, çocukken çok miktarda bu haram besinden yediğim için, böyle
zındık ve kafir olduğumu düşünüyorum ama yine de bu konuyu diyanete danışıp
gerçeği öğrenmek istiyorum.
Sonuçta
bizimkiler tıptan umudunu kestiler. Ya bu kafir cin beni tamamen ele geçirmişti
ve bırakmayacaktı ya da; ben korkağın ve pısırığın tekiydim! Belki de beni
kazanırken; anamla babamdan biri yatsı namazını kılmamış veya besmelesiz yatmış
veya birbirlerinin cinsel organlarına bakmış olabilirlermiş ki; bu yüzden Allah
onlara pısırık bir evlat vererek cezalandırmış olabilirmiş! Elbette aydın,
köylü ailem bilimsel çözümlere hep açık olmuştur. Sonuçta dedem eski yazıya
hakim ve babam da Ali Okulu’ndan iyi dereceyle mezun olmuş bir okur-yazardı.
Kimse espirili dil kullanıyorum diye küçümseme anlamı çıkarmasın. Bütün
ciddiyetimle söylüyorum: Kanal kanal medyada dolaşan ilahiyat profesörleri ve
şeyhlerden çok daha ilerici ve mantıklıydılar… Günümüzde cinci hocaların
kapısında dolaşan, şeyhlerin, şıhların eteklerini öpen fakülte mezunlarından,
doktoruna ve profesörüne kadar yüzlerce insan görüyorum. Hayır, ilahiyatçıları
kastetmiyorum. Bildiğimiz doktor, mühendis, fenci veya sosyal bilimcileri
diyorum hani. Bu da; XXI. Birinci yüzyılda, eğitim ve bilimde geldiğimiz
noktanın fotoğrafı olsun.
İlkokul
dördüncü sınıfta altımı ıslatmayı bıraktım. 14 yaşıma geldiğimde karanlıktan
korkmamayı öğrendim. Bir gece mezarlığa gittim ve ay ışığında dolaştım
mezarların arasında. Bütün cinlere ve hortlaklara küfür ettim, hiçbiri çıkmadı
ortaya! Ertesi gece küreği aldım, eski bir mezarlıktaki şeyhin mezarını kazdım!
Sonra uzun süre, iskeletine baktım. Hiçbir olağan üstülük veya kendini
koruyacak hali yoktu. Acıdım ona, acizlikten başka bir şey göremedim. Kendini
koruyamayan, beni nasıl çarpabilirdi ki? İlginç olansa; artık benim
korkusuzluğumdan ve deli cesaretimden şikayet edilmeye başlanmıştı. Gece bir şey alıncaksa; “Memet alır” veya tehlikeli
bir iş olursa, “Memet yapar” demeye başladılar. Ama olan olmuştu; bütün bu
korkular, baskılar ve şiddetin her türlüsü kişilik dengemi ve psikolojik yapımı
tamamen bozmuştu. 45 yaşındayım ve halen ruhsal tedavi görüp, günlük ilaçlarımı
alarak hayatımı devam ettirebiliyorum.
Bu travmaları
bana yaşatanları affediyorum ama asla bu ülkeyi yönetenleri ve kişisel veya
sınıfsal menfaatleri için gericiliği ve onun çıktısı şiddet ve korkuyu
besleyenleri affetmiyorum! Onun için bireysel ve örgütsel mücadeleme devam
ediyorum. Asla yaşadıklarımın ve hastalığımın arkasına sığınıp, gerekçe
üretmeden; şiddet uyguladığım, baskı yaptığım ve ruh sağlığını bozduğum
herkesten özür diliyorum; pişmanlık duyuyorum ve ileri derecede vicdan azabı
çekiyorum. Özellikle bu son iki ay içinde, çok fazla uykudan uyanıp üst üste
sigara içtiğim oluyor. Gerçekten vicdanım kanıyor. Aslında polislerin bana
yaptığı işkenceyi bahane ederek, iki defa intihar ettim ama bazı tesadüfler
sonucu yaşama döndürüldüm. Aslında gerçek nedenimin, vicdan azabı olduğunu
düşünüyorum. Suçluluk çok azap veriyor insana. Elbette vicdanını
işletebilenlere, özeleştiri ve empati yapabilenlere… Galiba insan; kırklı
yaşlarda daha hassas oluyor veya daha olgun düşünebiliyor... Önceleri bencil
düşünüyordum ve yaptığım yanlışlara kendimi haklı çıkaracak gerekçeler üretip,
vicdanımı işletmiyordum ama artık öyle olmuyor. Başkasına en küçük zarar
versem, o gece uyuyamıyorum veya uykularım kaçıyor… Galiba yeni yeni
insanlaşmaya başlıyorum. Değişimin, gelişimin ve dönüşümün çok sancılı bir
süreç olduğunu öğreniyorum. Gerçekten çok zorlu bir süreçmiş ama insanlaşmanın
bedeli ve verdiği acıların da çok farklı bir keyfinin olduğunu tadıyorum.
Farklı bir tat, farklı bir güzellik ama bağımlılık yapıyor işte. Bu da onun yan
etkisi diyelim.
Aslında
eğitimi ve sorunlarını irdelemek istiyordum ama yapamıyorum. Geçen yıl üç defa
eğitim tarihimiz ve uygulamaları ve sorunları konusunda bilimsel bir makale
yazmak istedim. Epey de araştırma yaptım. İlkinde 14, sonra 19, üçüncüsünde 22
sayfa yazdım ve sonra yazdıklarımın hepsini sildim! Bir toplumun geneli
bilimden uzaklaşıyor, bilimi hayatından dışlıyorsa; eğitim sistemini nasıl
bilimsel hale getirebiliriz ya da bilimi orada egemen kılabiliriz? Sonuçta
eğitimciler de; bu toplumun bireyleri değil mi ve bu toplumun bir ürünü olarak aynı
zihniyetin parçası değiller mi? O yüzden medyaya yansıyan yobazlık ve şiddet
haberlerini çok önemsiyorum. Toplum geneline hükmeden yobazlığın; kurumsal
eğitime de hükmetmemesi, “eşyanın tabiatına aykırıdır”. Eğitim, bir sosyal
süreç olduğuna ve asıl önemli boyutunun; aile-toplum eğitimi olduğuna göre,
okul eğitimi bu sürecin tamamlayıcısı ve çıktısı olması dışında bir rol
üstlenemez. Toplum ve kurumları bir bütündür. Bu bütün arada çatışsa veya
ayrışsa bile süreç içinde, geçirgen yapıları gereği birbirlerini dengeler ve
bütünleşirler. Sonuçta her toplumun ortak bir bilinci veya zihniyeti olmak
zorundadır veya ortak bir zihniyeti değerler üstü inşa etmek zorundadır. Aksi
durumda çatışma ve iç savaş başlar. Bu yüzden “toplum mühendisliği” iflas
etmiştir veya iç savaş ve kargaşadan başka bir işe yaramamıştır. Etrafımızdaki
coğrafyada olan ve devam eden durum budur. Elbette ülkemizde de bu çok denendi
ve onlarca toplu katliamdan başka ne getirdi de; yeniden deneniyor ve
–nicelikleri önemsemem, halkımızın bir bölümü geçmişi silerek şovenizme destek
veriyor? Kimse toplumu, çevresini, çocuklarını şekillendirmeye çalışmasın;
herkes kendisini şekillendirmek için çaba harcamalı. Sonuçta ortaya güzel bir
model çıkarsa; herkes gönüllü gelip beni de böyle yap der. Başkalarına ve
farklılıklara saygı; insanın kendine, kendi özüne saygısıdır.
Mehmet
BAYDAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder