4 Temmuz 2014 Cuma

İÇSELLEŞEN ŞİDDET VE NEFRET TOPLUMU –II



Uzun yazılar maalesef okunmuyor veya bizim ülkemiz okuyucuları, üç sayfadan fazla oldu mu okumayı bırakıyor. O yüzden bölüm bölüm yazmak istedim. Elbette bu arada kısa bir açıklama zorunluluğu da doğmuştur. Öncelikle; tarafsız ve apolitik olduğumu ileri sürmeyeceğim. Aslında sadece insan için değil; hiçbir canlı için tarafsızlık diye bir tutum yoktur! Önyargısız olmak, iletişime açık olmak veya dogmatik olmamak gibi terimlerle kendimi niteleyebilirim. Zaten tarafsız olduğunu ileri sürenler veya bunu bir ilke olarak kabul ettirmek isteyenler; açıkça savunamadıkları taraftarlıklarını egemen kılmak için takiye yapıyorlardır. Politika da insanlar içindir. Hiçbir insan düşünce ve eylemi apolitik olamaz. Yoksa politikayı sığırlara, mandalara mı bırakacağız? Son zamanlarda başbakan ve tayfaları; şunu diyeceksen politikaya atıl, böyle yapacaksan istifa et aday ol gibi manyakça sözler sarf ediyorlar. Yani sadece ülkeyi yöneten bir profesyonel politikacı takımı olacak ve halkın tamamı sadece sandığa gittiğinde politik tercih yapacak! Hiçbir şey düşünmeyecek, öneride bulunmayacak, karşı çıkmayacak, protesto etmeyecek, fikrini söylemeyecek ve sadece yönetenlere itaat edip, onların iradesini kabullenecek… Elbette 4-5 yılda bir önüne konan sandığa gitme ve o zaman tercih etme özgürlüğü var. Oysa insanın sabah yataktan kalkması ve sokağa çıkması bile politik bir eylemdir. Bunların dayattığı sistem ise; doğrudan halkın iradesine el koymadır! Zaten ülkemizin demokrasi sorunu sandığa gidip oy verememekten değil; siyasi partilerin antidemokratik ve diktacı yapılarından kaynaklanmaktadır. İç işleyişi ve yapısı tamamen otoriter olan ve demokrasinin d’sinin olmadığı siyasi partilerin parlamentoda olduğu bir yapıdan demokrasi çıkmaz. O yüzden; 1876 dan bu yana ülkemize ve kurumlarına yerleşmiş, bir gram demokrasi kültürü yoktur ve bu yapıdan çıkması da olanaksızdır!


Bu arada bir düzeltme yapmam gerekiyor: Sorunlu çocuğun, sorunlu işçi annesini ilkokul mezunu olarak yazmıştım. Bu gün öğrendiğime göre; lise mezunuymuş. Bunda şaşılacak bir şey yok. Bu ülkede eğitim kültür ve nitelik yaratmıyor sonuçta. Ancak istatiksel veriler için nicelik üretiyoruz. Bırakın lise mezununu; fiziksel veya sözel şiddetin uygulayıcısı profesörlerle dolu değil mi ülkemiz? Yine kendi başımdan geçen bir örnek: Mahkemeden savcı iddianemesini göndermişler bana. Aynen şöyle tanımlamış beni, Cumhuriyetimin eğitimli savcısı: “akıl hastası”! inanın Ülkemiz ilkokul mezunlarının en az üçte ikisi; artık akıl hastalığı diye bir hastalık olmadığını biliyor. Bu ta Ortaçağ’dan kalmış bir kavram ve o zamanlar zaten bilim seviyesi insan psikolojisini çözmeyi başaramadığı içindir. Elbette benim aklımdan zorum yok ama bu tanımlamayı bana yakıştıran savcının, bence aklından zoru olduğu kesin. Maalesef, eskiden sınırlı da olsa bir miktar nitelik ve kültür yaratabilen eğitim sistemi; artık kültürsüzlük ve yobazlık üretmektedir! Ülkemizin gerçeği bu.

Bir eğitimci olarak, şunu tartışabiliriz; bireyin davranışlarını sadece okul eğitimi mi belirler? Önemli bir etkendir ama bireyi ve toplumu tamamen eğitim biçimlendirip dönüştüremez. Önemli bir etkendir ama bir insanı, yatılı bir okula alıp 50 yıl eğitim verseniz de, o yine içinde bulunduğu toplumun ürünüdür ve davranışlarının önemli bir bölümü sosyaldir. Maalesef her konuda olduğu gibi, eğitim konusunda da çok önyargılıyız. Türk toplumu olarak, çocuğu okula teslim ettiğimiz andan itibaren, her şeyi öğretmenlerden bekliyoruz. Oysa anasınıfına kaydettiğimiz 5 yaşındaki bir çocuk bile, aile ve toplum çevresinde önemli ölçüde şekillenmiştir. Zaten en fazla haftanın beş günü ve bu mesai günlerinin de en fazla 5 saati okulda kalır. Buna karşın her veli; çocuğunun her davranış bozukluğunu ve her sorununu okula yükler ve eğitimcilerden düzeltmesini ister. Çocuk veya yetişkin olsun, en ufak bir hatası olduğunda; “te seni okutan hocanın…” diye döşenilir. Hiç, “te seni böyle yapan aile ve toplumun…” diye küfredeni görmedim. Elbette eğitim kurumu çok önemlidir, nitelikli olmalıdır, etkilidir ama tek başına bireyi biçimlendiremez. Zaten niteliğini kaybetmiş bir kurumun; öncelikle reformize edilmesi ve asli görevine dönmesi sağlanmalıdır. Bu durumda öncü bir rol oynayabilir ama abartmamak da gerekir. Elbette uzun eğitim hayatım boyunca, çok fazla eğitimcim oldu. Şeriatçısından liberaline, ülkücüsünden sosyal demokratına kadar değişik düşünce ve anlayışlara sahip kişilerdi. Belki sonradan sosyalizme yönelenler olmuş olabilir ama bana eğitim verenlerin içinde hiç sosyalist olmadı ve aksine hepsinin ortak özelliği, komünizm düşmanı olmalarıydı. Oysa ben sosyalist ve ateistim… Elbette o eğitimcilerin etkili olup kendi düşüncelerini benimsetip örgütledikleri öğrencileri de olmuştur ama bu kişiler; daha sonra farklı düşüncelere evrilip değişmemişler midir? Sanki insan, yetmiş yaşında da değişemez mi? Zaten bir insan saygı ve sevgi melekelerini geliştiremez, empati kurmasını öğrenemezse; hangi siyasi düşünceyi veya inancı savunduğunun çok da önemi yoktur. Çünkü, o; bir yobazdır! Dinci yobaz, milliyetçi yobaz, liberal yobaz, sosyalist yobaz, ılımlı yobaz… ne fark eder ki? Sonuçta yobaz yobazdır. Zaten Karl MARX da; siz Kapital’in şu bölümlerini muska yapıp boynunuza takın, şuralarını da hıfz edin, şu durumlarda da şunları okuyup üfleyin, amentüm budur dememiştir. Sakın benim eserlerime ekleme ve yorumlama sapıklığına girmeyin, beni eleştirmeyin ve asla geliştirmeyin diye hiçbir eserine ayet eklememiş. Ben hiçbir eserinde göremedim ama ben çevirilerini okuyorum. Orjinallerinde varsa, lütfen bize gösterilsin. Bilmeden biz de, Marx’a şirk koşmayalım.
Elbette bir sosyal ürün olduğum için; yaşadıklarımı aktarmak da toplumumuzu anlamak açısından önemli. Yoksa uydurma örnekler verebilirim ama o zaman sanki, bilimsel bir makale ya da eğitici bir fıkra gibi olur. Elbette bilim ve sanatı dışlamıyorum. İkisi de hayatımı aydınlatan en güzel rehberlerim. Hiçbir zaman bilim dışında bir açıklamaya itibar etmedim ama burada bu kadar kapsamlı bir konuyu bilimsel bir yöntemle yazabilecek kadar bilimsel altyapım yok. Bu bağlamda; yazdıklarımda bilimi dışlıyorum, sübjektif davranıyorum gibi bir anlam çıkarılması ya da belli inanç ve düşüncelere önyargılı davranıyorum tefsirine gidilmesine karşıyım veya bilinçli olarak, böyle bir tutum içinde değilim. O yüzden böyle, deneme-fıkra türü bir tekniğe yöneldim. Çünkü edebiyatta sadece anlatmak da, bir tür olabiliyor. Maalesef hiçbir bilim; anlatı diye bir türü veya yöntemi kabul etmez. Bilimde sadece açıklama olabilir. O yüzden; yazdıklarımın kesinliği veya bir iddiası olamaz. İsteyen üzerinde düşünebilir, isteyen de serbestçe küfredebilir… kişisel olarak kabullenmeye ve inanmaya karşıyım ve böyleleriyle muhatap olmak da istemem.

İnsan kişiliğini korku ve şiddetten daha fazla bozabilecek olan, tecavüz olabilir! Özellikle çocuklar için korku ve şiddet kadar travmatik sendromlara yol açan çok az şey vardır. 5-6 yaşlarında olmalıydım. 11 kişilik bir aile, bir köy evi; 2 odalı ve içinde kocaman bir ocak, kış aylarında sürekli gelen misafirler, ocağın başında insanların anlattıkları öyküler… Bu nostaljik bir tabloyu canlandırabilir insan hafızasında ama anlatılanlar nelerdir? Cinler, hortlaklar, sürüngen ve başka hayvanların kılığına giren bu doğaüstü yaratıklar… Geceleri çıkıyorlar ortaya, mezarlıklarda konaklıyorlar, evlerimizin pencerelerinin diplerinde gezip bizi gözetliyorlar, pusular kuruyorlar, uykumuzda bizi ele geçiriyorlar, beynimizin, damarlarımızın içine giriyorlar… hele bir anlatı var ki; “hortlaklar geceleri vuuuvv- vuuuvv diye bağırarak dolaşırlarmış! İnsan o sese kulak vermek için, başını pencereden dışarı çıkarırsa; hortlak uzun diliyle onun yüzünü yalarmış ve o zaman insan, hemen şıp diye ölürmüş! Allah, günahkarları ceza için öldüklerinde hortlak yaparmış. Kış geceleri rüzgar her ıslık çalmaya başladığında, yorganımı başıma çeker, yanımda yatana sıkı sıkı sarılırdım… Hortlak gelmişti ve beni çağırıyordu. Artık korkudan titrerken uyuyamazdım ve hortlağın çağrıları da susmak bilmezdi. Ancak sabaha doğru rüzgarın sesi kesilince uyurdum. Ben o yaşlardan sonra, geceleri altımı ıslatmaya başladım ve adım sidikliye çıktı. Sonrasında geceleri hiç dışarıya çıkamaz oldum ve adım korkağa çıktı. Öyle ki; akşam olduktan sonra, tek başıma tuvalete bile gidemiyordum!

Elbette sonrası bilimsel tedavi hizmetleri başladı. Önce dedem defalarca nazar duası ve başka sureler okudu ama fayda etmeyince; köyümüzdeki cinci hocaya götürdü. Ben çarpılmıştım, bir gece tuvaletimi yaparken; farkında olmadan bir cinin üstüne basmışım ve o da beni böyle cezalandırıyormuş… Hocaefendi, birkaç Atatürklü banknot karşılığı bana muska yazdı ve derhal o gece; o cinlerin reisini çağırıp konuşacağını ve yalakasını benim başımdan çektireceğini söyledi. Bir de dana ve koç taşaklarından bolca yedirilmemi önerdi. Artık nerede bir koç veya bir dana kesilse, dedem taşaklarını getirip küllüyor ve ben de afiyetle yiyordum. Gerçekten çok enfes lezzetli yiyecektir. Hele külde pişirilmişi. Elbette altımı ıslatmam iyileşmiyor ve bir türlü cesaret kazanamıyordum ama kasapların her gün bir koç veya dana kesmesi için de dua ediyordum. Birkaç ay sonra dedem, cinciyi fırçaladı. Muska da, taşaklar da yarar sağlamamıştı. Cinci de olayı konuştuğunu ama benim üstüne bastığım cinin, cinlerin reisi olduğu için olayın kendisini aştığını ve Limandere Köyün'deki cinci profesör üstadına sevk ettiğini söyledi. Yani bizim cinci uzman ama oradaki bir tür tıp profesörüymüş ve cinlerin reislerine ancak o hükmedebiliyormuş…

Randevusuz gittiğimiz için saatlerce bekledik. Bizim önümüzde en az, yirmi hasta vardı sabah saatinde ama biz beklerken en az 50 kişi daha sıraya girdi. Almanya’dan, Hollanda’dan gelenler bile varmış. Eli ayağı çarpık profesör hocaefendi, sakallı başını salladı. Cinci Hasan’ı aştığına göre, konunun çetrefil olduğunu ve zaten bu durumda bir şey yapamayacağını söyledi. Artık bu çok komplike bir vaka olmuştu ve zaten erken teşhis ve tedavi çok önemliydi. Yani bu cinler bana ilk musallat olduğunda gitseymişiz, bir muskayla şıp diye çözermiş ama cinler birini ele geçirdikten sonra, ne kadar çok zaman geçiyorsa; onları kovmak o kadar çok zorlaşıyor ve duruma göre çok kapsamlı bir tedavi yöntemi uygulamak gerekiyormuş. Bazı bilgileri not etti. O reisi ve kabilesini iyi tanıyormuş ama o kafir cin de en kötü ve inatçı kabile reisiymiş. Başka bir kafire bulaşsam, tedavi çocuk oyuncağıymış. Vay benim bahtsız başım; küçücük çocukken bile kafir cinlerin en belalı reisine bulaşmışım. “Gece çağıracağım o kafiri. Bakalım derdi neymiş? Kolay değil, bazen gücüm tükeniyor. Ben bunlara küfür ediyorum, kavga ediyoruz, boğuşuyoruz sabahı sabahına! Bu kafir en inatçıları, onu yola getirmek çok zor” dedi. Dedeme Cuma namazından sonra camiye gelmesini ve orada kesin neticeyi söyleyeceğini söyleyerek gönderdi bizi.

O zamanın parası, dedemden 20 bin lira mı ne istemiş! Dedem yalvar yakar, Allah rızası için iki bin liraya razı edebilmiş profesörü ve üstündeki bütün Atatürkleri vermiş. Meblağlar net değil yani yıllar öncesinden aklımda kalanlar. Yaklaşık yarım inek parası gibi bir şeydi işte. Gerçekten çok kapsamlı bir tedavi yöntemiydi. Önce evin güney tarafına, toprağa bazı yazılar gömüldü. Sonra bazı Arapça yazılı kağıtlar tütsü yapılarak, evin içi tamamen dumandan geçirildi. Boynuma yeni bir muska taktılar. Yastığın altına başka muska koydular. Bir çanağın içine, Arapça yazılı bir kağıt ıslattılar. Her sabah ve akşam o boyalı suyu içiyordum. Sonra dedemin Kuran okuması olduğu için, her gece belli sureleri belli sayılarda bana okuyup, üfleyip beni tükürüğe boğuyordu… Allah’tan profesör, taşak tedavisinin de alternatif tıp hizmeti olarak devam edilmesini salık vermişti. Tabi haram olduğu için, kendilerinin yememesini ve diğer çocuklara yedirilmemesini de kesin olarak tembihlemişti. Allah, şifa için ve iyileşene kadar haram olan şeylere müsaade etmişti çünkü. Ama yine de ben; şifa amaçlı da olsa, çocukken çok miktarda bu haram besinden yediğim için, böyle zındık ve kafir olduğumu düşünüyorum ama yine de bu konuyu diyanete danışıp gerçeği öğrenmek istiyorum.

Sonuçta bizimkiler tıptan umudunu kestiler. Ya bu kafir cin beni tamamen ele geçirmişti ve bırakmayacaktı ya da; ben korkağın ve pısırığın tekiydim! Belki de beni kazanırken; anamla babamdan biri yatsı namazını kılmamış veya besmelesiz yatmış veya birbirlerinin cinsel organlarına bakmış olabilirlermiş ki; bu yüzden Allah onlara pısırık bir evlat vererek cezalandırmış olabilirmiş! Elbette aydın, köylü ailem bilimsel çözümlere hep açık olmuştur. Sonuçta dedem eski yazıya hakim ve babam da Ali Okulu’ndan iyi dereceyle mezun olmuş bir okur-yazardı. Kimse espirili dil kullanıyorum diye küçümseme anlamı çıkarmasın. Bütün ciddiyetimle söylüyorum: Kanal kanal medyada dolaşan ilahiyat profesörleri ve şeyhlerden çok daha ilerici ve mantıklıydılar… Günümüzde cinci hocaların kapısında dolaşan, şeyhlerin, şıhların eteklerini öpen fakülte mezunlarından, doktoruna ve profesörüne kadar yüzlerce insan görüyorum. Hayır, ilahiyatçıları kastetmiyorum. Bildiğimiz doktor, mühendis, fenci veya sosyal bilimcileri diyorum hani. Bu da; XXI. Birinci yüzyılda, eğitim ve bilimde geldiğimiz noktanın fotoğrafı olsun.

İlkokul dördüncü sınıfta altımı ıslatmayı bıraktım. 14 yaşıma geldiğimde karanlıktan korkmamayı öğrendim. Bir gece mezarlığa gittim ve ay ışığında dolaştım mezarların arasında. Bütün cinlere ve hortlaklara küfür ettim, hiçbiri çıkmadı ortaya! Ertesi gece küreği aldım, eski bir mezarlıktaki şeyhin mezarını kazdım! Sonra uzun süre, iskeletine baktım. Hiçbir olağan üstülük veya kendini koruyacak hali yoktu. Acıdım ona, acizlikten başka bir şey göremedim. Kendini koruyamayan, beni nasıl çarpabilirdi ki? İlginç olansa; artık benim korkusuzluğumdan ve deli cesaretimden şikayet edilmeye başlanmıştı. Gece  bir şey alıncaksa; “Memet alır” veya tehlikeli bir iş olursa, “Memet yapar” demeye başladılar. Ama olan olmuştu; bütün bu korkular, baskılar ve şiddetin her türlüsü kişilik dengemi ve psikolojik yapımı tamamen bozmuştu. 45 yaşındayım ve halen ruhsal tedavi görüp, günlük ilaçlarımı alarak hayatımı devam ettirebiliyorum.

Bu travmaları bana yaşatanları affediyorum ama asla bu ülkeyi yönetenleri ve kişisel veya sınıfsal menfaatleri için gericiliği ve onun çıktısı şiddet ve korkuyu besleyenleri affetmiyorum! Onun için bireysel ve örgütsel mücadeleme devam ediyorum. Asla yaşadıklarımın ve hastalığımın arkasına sığınıp, gerekçe üretmeden; şiddet uyguladığım, baskı yaptığım ve ruh sağlığını bozduğum herkesten özür diliyorum; pişmanlık duyuyorum ve ileri derecede vicdan azabı çekiyorum. Özellikle bu son iki ay içinde, çok fazla uykudan uyanıp üst üste sigara içtiğim oluyor. Gerçekten vicdanım kanıyor. Aslında polislerin bana yaptığı işkenceyi bahane ederek, iki defa intihar ettim ama bazı tesadüfler sonucu yaşama döndürüldüm. Aslında gerçek nedenimin, vicdan azabı olduğunu düşünüyorum. Suçluluk çok azap veriyor insana. Elbette vicdanını işletebilenlere, özeleştiri ve empati yapabilenlere… Galiba insan; kırklı yaşlarda daha hassas oluyor veya daha olgun düşünebiliyor... Önceleri bencil düşünüyordum ve yaptığım yanlışlara kendimi haklı çıkaracak gerekçeler üretip, vicdanımı işletmiyordum ama artık öyle olmuyor. Başkasına en küçük zarar versem, o gece uyuyamıyorum veya uykularım kaçıyor… Galiba yeni yeni insanlaşmaya başlıyorum. Değişimin, gelişimin ve dönüşümün çok sancılı bir süreç olduğunu öğreniyorum. Gerçekten çok zorlu bir süreçmiş ama insanlaşmanın bedeli ve verdiği acıların da çok farklı bir keyfinin olduğunu tadıyorum. Farklı bir tat, farklı bir güzellik ama bağımlılık yapıyor işte. Bu da onun yan etkisi diyelim.


Aslında eğitimi ve sorunlarını irdelemek istiyordum ama yapamıyorum. Geçen yıl üç defa eğitim tarihimiz ve uygulamaları ve sorunları konusunda bilimsel bir makale yazmak istedim. Epey de araştırma yaptım. İlkinde 14, sonra 19, üçüncüsünde 22 sayfa yazdım ve sonra yazdıklarımın hepsini sildim! Bir toplumun geneli bilimden uzaklaşıyor, bilimi hayatından dışlıyorsa; eğitim sistemini nasıl bilimsel hale getirebiliriz ya da bilimi orada egemen kılabiliriz? Sonuçta eğitimciler de; bu toplumun bireyleri değil mi ve bu toplumun bir ürünü olarak aynı zihniyetin parçası değiller mi? O yüzden medyaya yansıyan yobazlık ve şiddet haberlerini çok önemsiyorum. Toplum geneline hükmeden yobazlığın; kurumsal eğitime de hükmetmemesi, “eşyanın tabiatına aykırıdır”. Eğitim, bir sosyal süreç olduğuna ve asıl önemli boyutunun; aile-toplum eğitimi olduğuna göre, okul eğitimi bu sürecin tamamlayıcısı ve çıktısı olması dışında bir rol üstlenemez. Toplum ve kurumları bir bütündür. Bu bütün arada çatışsa veya ayrışsa bile süreç içinde, geçirgen yapıları gereği birbirlerini dengeler ve bütünleşirler. Sonuçta her toplumun ortak bir bilinci veya zihniyeti olmak zorundadır veya ortak bir zihniyeti değerler üstü inşa etmek zorundadır. Aksi durumda çatışma ve iç savaş başlar. Bu yüzden “toplum mühendisliği” iflas etmiştir veya iç savaş ve kargaşadan başka bir işe yaramamıştır. Etrafımızdaki coğrafyada olan ve devam eden durum budur. Elbette ülkemizde de bu çok denendi ve onlarca toplu katliamdan başka ne getirdi de; yeniden deneniyor ve –nicelikleri önemsemem, halkımızın bir bölümü geçmişi silerek şovenizme destek veriyor? Kimse toplumu, çevresini, çocuklarını şekillendirmeye çalışmasın; herkes kendisini şekillendirmek için çaba harcamalı. Sonuçta ortaya güzel bir model çıkarsa; herkes gönüllü gelip beni de böyle yap der. Başkalarına ve farklılıklara saygı; insanın kendine, kendi özüne saygısıdır.

Mehmet BAYDAN 

Hiç yorum yok: