Hiç kimsenin olmadığı bir mekânda tek başıma oturuyorum. Dağılmış sandalyeler arasından boşluk sesiyle birlikte keman sesi geliyor kulaklarıma. Duvarlara bakıyorum. Bu adamın merdivenlerle bir sıkıntısı olmalı diye düşünüyorum. Sadece merdivenlerle kişisel gelişim uzmanlarına taş çıkartacak tespitler yapıp, bunları resmetmiş. Saçmalık, iyi bir ressam ilk bakışta anlayamayacağınız bir resim yapar. Bu düşünceler içerisindeyken havadaki tozlar çöküyor. Hala kimse yok.
Sessizliğin bir sesi olduğunu o an idrak ediyorum. Toz parçaları, duyduğunun sessizliğin sesi değil kan dolaşımının ya da bizim havadaki sürtünmemizden oluşan anlamsız sesler olduğunu fısıldıyorlar kulağıma. Fark etmez. Algılarım bu yöndeyse yapabileceğim bir şey yok. Bir şeyler bekliyorum, belki de birilerini. Gelmiyor(lar). Cebimden, her zamanki gibi yumuşak paket çıkıyor. Paket açılmamış. Her zamanki gibi paketi sol elimde tutarak, üzerinde 0,9 santimlik jelatinin açılma kısmını dişlerimin arasına sıkıştırıp, açıyorum. Sağ elimle üzerinde bulunan kâğıdı yırtıyorum. Her zaman simetrik yırtmışımdır bu kâğıdı ve hayattaki tek övünç kaynağım budur; inanın bana. Bir tane çekiyorum paketten, ağzımın sağ tarafına yerleştiriyorum. Çakmağımı arıyorum. Her defasında muhteşem kaos gereği farklı bir cebime koyduğumdan sigarayı yakmam bir- bir buçuk dakikamı alıyor ve her seferinde en son baktığım cebimde buluyorum. Basit bir Aristo mantığıyla son baktığım cebime ilk bakarsam çakmağı bulacağımı fark ediyorum sonra. Fakat son bakacağım cebi başlangıçta bilemeyeceğimi de biliyorum. Kafam çok karışık. Sadece bir sigara içmek istiyorum oysaki. İşsizim bu arada. İşimi soranlara sigara içerim, alkol alırım diyorum. Acıyarak bakıyorlar bana. Sandalyeyi geri çekiyorum biraz. Sandalyenin bacakları ayna kadar parlak zeminle sürtününce dayanılmaz bir ses çıkıyor. Sessizlik güzeldi. Sessizliği de ben bozuyorum. En güzel anlarda bir şeyleri mahvetmek isteyenler kervanına ben de katılıyorum. Katkım sıfır. Hiçbir şeye olmadı bugüne kadar. Olduğunu iddia edenler var. Sen önemlisin, bir sürü şey gerçekleştirdin hayatında, kitleleri peşinden sürükledin. Dinamik metinler yazdın, onları okudun diyorlar heyecanla. Gülüp geçiyorum. Sağ bacağımı meydan okurcasına sol bacağımın üzerine atıyorum. Ağırlık biniyor. Sigaramı, ağzımın sağ kısmından çekip, ağzımın soluna yerleştirmek istiyorum. Yapışmış. Bir sigara içmek bu kadar zor olmamalı diyorum kendime. Güçlükle çıkartıyorum. Bir kısım dudak hücremle birlikte. Yakıyorum sonra. Tütün ilk yandığında özel bir koku belirir ortamda tıpkı sıcak geçen bir mevsimde yağan yağmurla birlikte topraktan çıkan o koku gibi. Çoğu insan bilir bu durumu. Düzenli olarak sigara içen insanlar için bir özlemdir o koku; sadece uzun süre sigara içemediklerinde –ki uzun süreden kastım üç bilemediniz dört saattir – yaklaşık bir buçuk metre uzaklarında içenler varsa duyabilirler. Güçlü bir şekilde yutkunurlar. Sigara yarılanmış. Yenisini hazırlasam iyi olacak. Bir de yazmalıyım. Daktilomu bir tan vakti dördüncü kattan atalı bugün tam iki gün oldu. Özlüyorum sanırım. Tam kırk sekiz saatten beri bir şey yazmıyorum ve okurlarım, yayınevi sahibi benden okunacak metinler bekliyorlar. Onları düşünmem gerek. Fakat, fakat daktilom yok. Kâğıtla yazarsın sen de. Bu cümleleri kim kurdu hatırlamıyorum. Sigaram bitiyor, yenisini yakıyorum. Bu sefer kaos yok; her şey masanın üzerinde. Sağ bacağımı sol bacağımın üzerinden indirmeden pakete yöneliyorum, masadan kaldırmadan çekiyorum. Toz parçaları bir baskı makinesinin altında ezilen hurdalar gibi geliyorlar bana. Sol gözüme ışık vuruyor. Bölgesel aydınlanma dedikleri böyle bir şey olsa gerek. Sağ bacağımı, sol bacağımın üzerinden indiriyorum ve ayağa kalkıyorum. Uyuşmuş. Yürüyorum ışık kaynağını geçiren saydam tabakaya doğru. Adımlar ilerledikçe, sıcağı biraz daha fazla hissediyorum. Sigaramı bitirip, küllük olarak gördüğüm yere atıyorum. Yerden hala duman yükseliyor sinir bozucu olarak geliyor. Sigaralarını yere atan ve üzerine basan insanları şimdi daha iyi anlıyorum. Hâlbuki fazlaca yardım sever olduklarını düşünürdüm. Sigara, puro, pipo ya da sıkı sarılmış bir tütün gibi değildir harlamasınız da yanmaya devam eder. Yere sigara atıp, üzerine basanları sigarası bitmiş insanlara geride tütün bırakmak derdinde olduklarını sanırdım. Büyük hayal kırıklığını yaşamak beni fazlasıyla alkol almaya teşvik etmişti. Kimsesi olmayan mekândan çıktım. Toz zerrecikleri, “Kendinize haksızlık etmeyin bayım,” gibi samimiyetsiz sözlerle beni uğurladılar. Dışarı çıktığımda dünkü gökyüzü görüntüsünün bir benzeri vardı. Grinin mavinin orta tonları ve turuncunun üst tonlarıyla beklenmedik dansıyla birlikte suyun karşı konulamaz cazibesine işlenmiş bir miktar tarçın kokusu ve alabalık avından dönen memurun haklı zaferi gibiydi. Bense, soğuk iklimlerde hayatta kalabilmiş orta boyutlardaki bir kertenkelenin ekosistemdeki dayanılmaz yeri gibiydim, kral değildim, kralcı hiç değildim. Yürüyüp, üçüncü sınıf bir meyhane aradım. Üçüncü sınıf meyhanelerin mezeleri güzel ve ucuz olur, meyhane sahibi de öyle elinde bir kadeh rakıyla tüm masaları gezmez, en az bir büyük bitirir. Bazı durumlarda insanların gözleri avını arayan bir kartal gibi keskinleşir geri kalan durumlarda çoğunlukla köstebeği oynamayı severler. İşte bir tane. Yolun yanlış tarafından yürürken, doğru algılara sahip olmak. İçeri girdim. Basık tavanlı ve rutubet kokan üçüncü sınıf bir meyhane. Bu meyhanelerde kimsenin oturmaya yeltenmediği bazı masalar vardır. Sadece yalnız kalmak isteyenler ya da bu masanın işlevini idrak edemeyecek kadar çok içmiş insanlar otururlar bu masaya. Ve o masanın işlevini gördüğünüz anda anlarsınız. Önce sağa, sonra sola döndüm; eski alışkanlık, belki de dayatılan bir şey. Önemli değil. O masa dolu. Masanın işlevini idrak edemeyecek kadar çok içmiş biri oturuyor. Gözlem gücüm bunu söylüyor. Sıradan bir masaya oturdum. Mekân sahibinin oğlu olduğunu sandığım ve askerliğini yeni yaptığı her halinden anlaşılan bir genç geliyor yanıma. “Ne isterdiniz,” diye soruyor ve çatallı bir ses tonuyla ekliyor ”Mezelerimiz ucuzdur.” Biliyorum delikanlı dedikten sonra tercihlerimi belirttim kendisine. “Hemen geliyor ağabey” dedi. Sigaramı çıkardım, mezelerin ve içkilerin hazırlandığı yere doğru baktım. Delikanlı, harman sakalı olan ve fazla şaraptan dolayı yüzündeki kılcalların patlamasından mütevellit elmacık kemikleri ve yanağı kırmızı mor renk tonlarında olan babasıyla konuşuyordu. Adam, kadehini alarak yanıma geldi. Oysaki içkiler ve mezeler gelmemişti bile. Tabanı kare köşegen şeklinde telle tutturulmuş sandalyeyi çekti ve oturdu. Konuşmaya başladı. Dinlemedim; fakat adam bunu anlamadı. Çok iyi rol keserdim. Belki de gerçekten dinlemiştim kim bilir. Mezeler ve içki geldi. Çocuk babasından çekiniyor gibiydi. Servisi yaptıktan sonra başka bir isteğiniz var mı diye sordu. Sağ olasın delikanlı diye ortamın jargonuna ayak uydurmaya çalışıyordum. İhtiyar konuştu. Ben dinliyormuş numarası yaptım. İlk kadehimi bitirmek üzereyken delikanlıya işaret edip, kadehini dördüncü kez yeniletiyordu. Bir an önce gitmesini istiyordum. Meyhane sahipleri, özellikle bu tipteki bir meyhane sahipleri çok dert dinlemişlerdir. Hangi konuma nasıl tepkiler vereceklerini, hangi derde nasıl deva sağlayacaklarını çok iyi bilirlerdi. İstenmediğini anlamış olacak ki dördüncü kadeh geldiğinde bir ihtiyacın olursa buradayız arkadaş dedi ve kalktı. Bir başka masaya yöneldi. İkinci kadehimi doldurduktan sonra delikanlı yanıma geldi ve bir şey arzu edip etmediğimi sordu. “Bu kadarı kâfi delikanlı” Yanımdan ayrıldı. Paketi yokladığımda içindeki boşlukla ters orantılı olan sigara sayısını tahmin ettim. Altı. İki tane daha içtim ve delikanlıya işaret ettim. “Sigaram bitti. Alabilir misin,” diye sordum. Kabul etti ve sigara ücretini vermemi beklemeden ayrıldı yanımdan. İkinci kadehin bitiminde son sigarayı yaktığımda ve ilk dumanı verdiğimde paketi koydu masanın üzerine ve gitti alelacele. Paketi her zamanki gibi açtım. Üçüncü kadehi doldurdum ve irice bir yudum aldım. Mezelere dokunmamıştım. Boş mideyle şişenin geri kalanını içemezdim. Midemin ürettiği asit miktarı yemek borumu dahi yakmıştı. Mezelerin bir kısmını yedikten sonra yanma kesildi, içmeye devam ettim. Zaman akıyordu ve ben şişenin dörtte üçüne gelebilmiştim. Mekânda benim haricimde bir masa kalınca, babası oğluna sen kapatıp gelirsin ben eve gidiyorum tarzında bir şeyler söyledi. İhtiyar gittikten kısa bir süre sonra diğer masa da kalktı, hesaplarını ödeyip, gittiler. Tek kalmanın verdiği rahatsızlıkla kısa aralıklarla büyük yudumlar alarak şişeyi bitirmeyi hedefliyordu. Delikanlı yanıma geldi “acele etmenize gerek yok,” dedi ve ekledi “yapacak daha iyi bir işim yok. Müsaadenizle oturup sizinle bir kadeh bir şeyler içmek istiyorum.” Babası kadar kaba olmayan bu delikanlıyı, mekânda tek kalmam yüzünden ve gerçekten nazikçe bir teklifle yanıma oturmayı istemesi yüzünden, reddetmedim. Oturdu ve sohbet etmeye başladık. Şişe bitti. İkram olarak bir kadeh daha getirdi. Sohbet, yazmak ve kitaplara gelince bir kadeh daha istedim ve bir ufak getirdi. İçmeye devam ettik. Sessizliğin olduğu bir noktada, ben bir başkasıdır söz dizimini çıkardı ağzından. Sonra, Rimbaud okumayı sevdiğini ve bir sevdiği birkaç yazarı ve eserlerini sıraladı. İçlerinden biri de benim henüz yazmaya başladığım dönemde yazdığım bir metindi. Şaşırdım ve biraz heyecanlandım. Soğukkanlılığımı korumak adına bir sigara yaktım ve havada garip şekiller alan duman birikintilerine bakarak, termodinamiğin ikinci yasası gereği yakılan sigaradan çıkan duman spiral bir yörünge izler diyerek dikkati başka bir yöne çekmeye çalışacaktım ki, heyecanlı bir ses tonuyla “ Evet, bu kitabın son cümlesiydi. Siz de mi okudunuz bu kitabı” Kahretsin, bu kadar acemice davranmamam gerekirdi. Kendi kitabının son cümlesini böylesi bir anda söylemek, büyük talihsizlikti. Evet, diyebildim sadece. Sonra metin üzerine konuşmaya başladık. Benim kadar hâkimdi metne, hatta belki de daha fazla. Diğer eserleri okuyup okumadığını sordum. “Hepsini okudum, yeni bir kitap üzerinde çalışıyormuş geçtiğimiz günlerde bir gazetenin kültür- sanat ekinde okudum.” Öyle mi? Çıksın, okuruz, dedim. Ne yazdığımı çok merak ettim, ne üzerinde çalıştığımı da. Kendisinin de bir şeyler yazdığından bahsetti ve eğer bir daha buraya gelirsem okutmak istediğini söyledi. İdrar kesem dolmuştu ve müsaade isteyip tuvalete gittim. Daha önce hiçbir dergiye ya da gazeteye röportaj vermediğimden ve kitabın önsözünde imza istemenin, imza günlerinin saçmalığından bahsettiğimden bu kadar rahat işeyebiliyordum. Masaya döndüm ve kadehte kalan son yudumu alarak, haydi iyi akşamlar delikanlı, mutlaka bir daha uğramaya çalışacağım. Metinlerini burada tut ve o kitaplara da kendini çok kaptırma, dedikten sonra borcum ne kadar, diye sordum. Fiyatı duymadan, cebimdeki tüm parayı çıkardım ve masanın üzerine koydum. Bekleyeceğim ağabey, dedi. Dışarı çıktım ve bir sigara yaktım. Gökyüzü aynı gökyüzü: Grinin, mavinin orta tonları ve turuncunun üst tonlarıyla beklenmedik dansıyla birlikte suyun karşı konulamaz cazibesine işlenmiş bir miktar tarçın kokusu ve alabalık avından dönen memurun haklı zaferi gibi. İçeri geri döndüm. İçerisi boş. Az önce oturduğum masada kimse yok, delikanlı yok. Telaşla dışarı çıktım ve bir ihtiyar sağ elinde tuttuğu sigarasıyla bir sağa bir sola savrularak yürüyordu.
Çok içmişti,
Çok içmiştim,
Belliydi.
Orkan DAL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder