ELİF-LAM-RA, AMON-RA
AMON, kimdir? Ya da AMON-RA diyelim. Bu durumda amin, amen, aman dilekleriyle; AMON ya da AMON-RA’nın bir ilişkisi yoktur mu diyeceğiz? Yahudilerin, Hıristiyanların ve Müslümanların halen kendi tanrıları yerine, AMON’dan dilek dilemelerinin nedeni nedir? Basitleştirmek adına; Tevrat’ın sürekli firavun ve eski Mısır’dan söz etmesi tesadüf müdür?
Belki de, Antik Mısır’a ait belgelerin büyük çoğunluğunun XX. Yüzyıldan sonra çözümlenmesi nedeniyle, halen yanlış bir yargı dillendirilip duruyor. Tektanrıcılık, İsrail’de ortaya çıkmadı ya da sistemleştirilmedi! Antik Mısır dini, en başından beri tektanrıcılığı içeriyordu. Amon-Ra, Mısır’ın yaratıcı gücü, yaratıcı tanrısıdır. O nedenle bütün dilekler, halen Amon’a havale edilir. Ayrıca yine Mempis’ten ayrılıp Aton dini ve kentini kuran ve doğrudan tektanrıcılık da Antik Mısır’da epey bir süre hüküm sürmüştü. Yeniden güçlenen, Amon rahipleri, bu kenti ele geçirip yıkmışlar ama yıkıntılar ve metinleri bize ulaşmıştır. Doğrudan ve ilk sistemli tektanrıcılığın uygulandığını görüyoruz. Ra’nın üstün yaratıcı güç olması ve gerçek tanrının Amon-Ra olması ve diğer tanrı ve tanrıçaların ise geçmişten kalan kültler olması nedeniyle; antik Mısır inancı, özünde tek tanrılıdır. Genelde yanlış anlatılan veya saptırılan ise; firavunların tanrı-kral veya tanrı olduğunu ileri sürmektir. Oysa firavunlar, sadece tanrı tarafından atandıkları için ilahidirler. Bunu bütün ilkçağ krallıklarında görüyoruz. Türk hakanlarının kut alması ve halifelerin, tanrının gölgesi olmasıyla aynı şeydir. Bu sultanların veya sultan halifelerin kutsallığı, doğuda devam eden bir gelenektir. Günümüzde de Ortadoğu kral ve devlet başkanları kendilerini kutsal görürler veya kutsallık atfedilir. Tıpkı Mezopotamya ve Mısır geleneğinde olduğu gibi. Bu gün Tayyip’in kendini kutsal görmesi ve taraftarlarınca ona tanrı sıfatları ve de kutsallık atfedilmesi, aynı geleneğin devam ettiğinin göstergesidir.
Aslında batıl sayma ve batıl saydığını iyice tahrif etme zihniyeti, İslam’ın doğuşundan beri var olan dinsel gelenektir. Kendilerinden önceki dönemi, “Cahiliye Dönemi” diye adlandırmak ama onlarla ilgili olsun veya olmasın; yeryüzünde ne kadar iğrenç ve ahlaksız davranış varsa onlara yakıştırmışlardır. Örneğin tarihin hiçbir döneminde puta tapma görülmediği halde, Cahiliye insanlarının putperest olduğu ileri sürülmüştür. Put veya başka kutsal simgeler bir kült veya ilahi gücün temsilinden öte bir anlam taşımaz. İnsanlar onun temsil ettiği ilahi güç veya tanrıya, onun huzurunda dileklerini ve hediyelerini sunarlar. Onların bir sembol veya imge ötesinde anlamı yoktur. Günümüzde de yine Müslümanların, Hinduların ineğe taptıklarını ileri sürmesi de bu meyandadır. Oysa o, kutsal bir hayvan ve kült olmanın ötesinde, bir tanrı kabul edilmez. Oysa Hindular ve Asya’nın birçok yerinde, maymunlar da kutsaldır ama bundan, maymuna tapıyorlar anlamı çıkarılamaz. Oysa Müslümanların, şeyh-şıh gibi kutsal kişileri –geçmişte halifeleri, önemli din büyüklerinin mezarlarını bile kutsal kabul edip, tanrıya oradan seslenmeleri, adak sunmaları, Kabe’yi Allah’ın evi kabul etmeleri ve orada günahların af olacağına inanmaları, sembolik şeytanı taşlamaları da aynı zihniyet olduğu halde; başka inanç ve kültürlerin her davranışını sapkınlık ve cahillik olarak yermekte ve aşağılamaktalar. Saygı duymak, hoş görmek ve her inancın farklı olduğunu düşünmek yerine; kendi inançlarından başka doğru olmadığını ve kendi zihniyetleri dışındaki her şeyin batıl olduğunu ileri sürecek kadar küstahlaşıyorlar. Elbette bu doğal olarak bölünme ve çatışmayı getiriyor.
Temel konu: İslamiyet; içinde doğduğu Mekke kültüründen bir kopuş mudur? Örneğin, Kabe; İslamiyetten önce yok mudur, kutsal değil midir ve tavaf edilmez miydi?... Sadece üç putun Kabe’den atılmasıyla mı, her şey değişti? Üç piramit, üç put, üç İhlas ya da Hristiyanların teslisi aynı kökten ve aynı anlamda değil midir? Merkezi bir yapıya ve devletleşmeye adım atmak dışında; kölelik, tüccarlık, dış yağma, ticaret, ganimet, kısasa kısas, çok evlilik dışında İslam, özde bir değişim ve dönüşüm ilişkisi getirmiş midir? Sakın birileri çıkıp da; namaz ve orucun, İslam öncesi Mekke’sinde olmadığını söylemesin. Örneğin; Allah veya El-İlah’ın da olmadığını söylemesin. Onlarca sahih hadis var: bir konu Muhammed’e danışıldığında, ayet gelmez ve bir hüküm de veremezse; geleneklerimize bakalım, onların yaptığı gibi yapalım der. Lütfen açın hadis kitaplarını bakın. Toplum içinde bölünme, çatışma, ayrılma, devrim olabilir ama kopuş diye bir şey olamaz. Belki hızlı ve ani değişimler olabilir ama bu değişimler de, önceki gelenekler üzerine inşa edilir. Toplumlar, turnusol kağıdı gibi, anında renk değiştiremez. Her peygamber ve devrimci; içinde bulunduğu topluma nüfuz ederken, var olan yapıyı restore ederek, sağlamlaştırarak yükseltebilir. Onu geliştirir ve aydınlatır. Yoksa ya kendisini yok eder ya da sonu bitmez çatışmalara sürükler toplumu.
Aslında İslam’ın Arabistan’daki macerası, abartıldığı kadar çatışmalı geçmemiştir. Mekke döneminde öldürülen bir kadın ve bir erkek köledir. Biri Türk köle kadın ve diğeri Habeşli köledir. Çünkü köleler, insan kabul edilmiyordu –ki; İslam sonrası da bu zihniyet değişmemiştir- bu yüzden de kan davası gerektirmezdi. Ya yerine birer köle verirsin veya ucuz fidyesini ödersin. Ama burada asıl sorun ise; kölelerin Muhammed’in veya sahabesinin köleleri mi, yoksa Müşriklerin köleleri mi olduğudur? Özünde her iki durumda da, Müşriklerin çıkarlarıyla oynadığı ve endişelendirdiği kesindir. Köleleri örgütleyerek, etrafına toplamasından ve bir köle isyanı çıkmasından endişelenmiş olmalılar. Kendi köleleriyse eğer, diğer kölelere ders vermek amaçlı öldürmüş olabilirler. Özgür insanlar üzerinde bir kısıtlama veya şiddete dayalı bir yaptırım örneği yok. Rahatça toplanıyorlar, düzenli namaz kılıyorlar, sohbet ediyorlar… Sayıları artmaya başlayınca, kendi kabile şefleri tarafından baskı gördükleri ortada. Elbette başka kabilenin özgürlerine, diğer kabileler karışamazdı. İslam öncesi Mekke’si; bir kabileler federasyonu veya kabileler demokrasisi dediğimiz ilginç bir gelenekle yönetiliyordu. Elbette bu geleneğin bozacak bir hareket, tepki çekmiştir ama bir taraftan da daha önce karşılaşılmadık bir durum olduğu için çözümlenemiyordu. Çünkü bir kan davası veya bir çatışma başlarsa, kentin huzuru temelli bozulurdu.
Elbette altıncı yüzyılın ikinci yarısındaki, jeopolotiğe de bakmak gerekiyor. Zaman zaman İran, egemenlik sahasını genişlettiğinde ve gevşek olarak Mekke’yi kendine bağlamış olabilir. Çöllerin ortasında bulunan bu kente ordu gönderme riskini almamışlardır. Zaman zaman Yemen ve Habeşlilerin genişledikleri ama kısa zamanda geriledikleri dönemlere rastlıyoruz. Ancak tarihi kayıtlarda, onların Mekke’ye doğrudan ordu gönderdiklerine dair bir kayıt da yok. Fakat Fil Suresi’nde, fillerle Mekke’ye saldıran Eblehe kim? Habeş Kralı mı, Yemen Kralı mı olduğu çok da belirgin değil. Böyle biri var mı ve hangi dönem, o da belli değil. Galiba bu genişleme dönemlerinde ve büyük orduların yönleri, Arabistan’a döndüğünde Mekkeliler paniklemiş olmalı. Roma ve Doğu Roma’nın genişleme dönemlerinde de panikledikleri kesin. Ancak Hicaz etrafının çöllük olması, tarım ve sanayi üretimi olmayan bu geri kalmış bölgeler, fatihlerin ilgisini çekmemiştir. Altıncı yüzyılın ikinci yarısında ise, hem Doğu Roma ve hem de İran çözülmeye başlamıştı. Yine de, Muhammed’in son dönemlerinde, Doğu Roma’nın saldıracağı korkusuyla Tebük Seferi’ne çıkılmıştı ama bunun boş bir söylenti olduğu anlaşılmıştı. Belki de amaç moral aşılamak içindi. Bizans’ın gelmeyeceğini bilerek; biz artık Roma’yla bile savaşabiliriz, propagandasıyla halkı motive etmek istemiş de olabilirler.
Fil Suresi’ne dönecek olursak; Muhammed’e yakın bir zamanda gerçekleşmiş bu olaydan geriye kalan Kabe önlerindeki binlerce askerin ve fillerin kemikleri nerededir? Hiçbir tarihi kayıtta, Mekke önlerine gelmiş, 80-100 bin kişilik bir ordu yok!
Peygamberler tarihi, tamamıyla ve ayrıntılarıyla (İsa hariç) Tevrat’tan alınmadır. Yusuf, ilginç bir öykü. Zaman zaman kuraklık ve afetlerin olduğunu, Mısır kayıtlarından öğreniyoruz ama yedi yıl üst üste bolluk ve ardından yedi yıl üst üste kıtlık yaşandığını dair bir kayıt bulamıyoruz. Oysa Mısır’da da, diğer antik uygarlıklar gibi, her ayrıntının kaydı çok iyi tutulurdu. Hele Musa ile Firavun arasında büyük çatışmalar ve bir ordunun Kızıldeniz tarafından yutulması olayı… Gerçi biz öğrenciyken, bütün din öğretmenleri ve diğer öğretmenlerimiz; firavunun secde eder vaziyette mumyasını İngilizlerin bulduğunu ve hatta foto-şoplu fotoğraflarını göstermişlerdi! Ne hikmetse hiçbir müze envanterinde yok. Benim bildiğim bütün firavun mumyaları, sırt üstü ve sere serpe yatar vaziyette. Birde ne hikmetse; her şey Kuran’da yazılı olduğu halde, her bir şeyi İngilizler, Amerikalılar ve Japonlar buluyor ve ispatlıyor. Acaba bu gavurlar, ebcetle falan Kuran’ın şifresini mi çözdüler ki? Ama her buluştan sonra, Müslüman ulema; aha işte bu Kuran’ın şu ayetinde yazıyordu diyerek onaylıyor. Bizim ulema onaylamasa, yürürlüğe girmeyecek yeni buluş. Bir tür patent ve onay müessesesi bunlar.
Tevrat’taki Mısır ve firavunla anlatılan ilginç olaylar, yerleşik hayata geçmeden önceki dönemlerinde geçiyor. Zaten Kenan İli olan, İsrail bölgesini işgalleri de Musa’dan sonra. Burada Araplarla benzerlikleri çok. Nasıl Musa, bu dağınık ve başı bozuk İsrail kabilelerini toparlıyorsa; Muhammed de, kendi başına buyruk Arap kabilelerini birleştiriyor. Bu durumda, Musa zamanında İsrail nüfusunda bir artış olduğundan söz edebiliriz. Nüfus az olduğunda, çok dağınıktır ve onları bir merkezde toplayıp işgal hareketlerine girişmenin anlamı yoktur. Öyleyse; Muhammed zamanında da, Hicaz çevresinde bir nüfus artışı olmuş olmalıdır. Zaten birleşen İsrail kabileleri, Kenanlıları katlederek ve köleleştirerek, “Vaat Edilmiş” topraklara yerleşiyorlar. Böylece göçebelikten yerleşikliğe geçiyorlar ama sonra yine kabileler anlaşmazlığa düşüyor ve yayılamıyorlar. Belki de, Suriye’yi işgal etmeyi başarsalar, kuzeye doğru yayılıp büyüyeceklerdi ama genişleyemeyince, içte çözülmeye başlıyorlar. Sonrasını biliyoruz zaten.
Tevrat’da anlatılanlar öncesini pek bilmiyoruz. Kökenleri nedir, nereden geldiler Kenan İli’ne? Bunlar muamma. Sadece Kenan’a gelişlerini ve yerleşmeye başlamalarını tahmini; MÖ. 1500-1300 diye söyleyebiliriz. Ancak Antik Mısır kayıtlarında yoklar. Kutsal kitaplarda anlatıldığı gibi, çok önemli olaylara neden olmuş olsalar; kayıtlarda olmaları gerekirdi. Ancak, tek tanrıcılığı, kutsal sayıları, büyüyü, Kabala’yı oluşturan gizemli şifreleri Mısır’dan aldıklarından eminiz. Öyleyse iki şey söyleyebiliriz; ya Aton kenti kurulurken ücretli köle olarak çalıştılar ya da göçebelik dönemlerinde Mısırla ticaret yapıyorlardı. Yanlış bilinenin aksine, göçebe ve yarı göçebeler de tüccarlık ve ticari faaliyetlerde bulunuyorlardı. Piramitlerin veya Aton kentinin inşasında çalışmış da olabilirler. Antik Mısır köleleri, ücretli kölelerdir ve diğer kültürlerdeki gibi kötü koşullar altında değildirler. Ya da Musa sadece kendi kabilesiyle Mısır’daydı. Bir şekilde anlaşmazlığa düştü ya da kovuldu ve belki de suç işleyip kabilesiyle kaçtı. Yol üstünde kendine yakın olan veya kendi kökeninden olan kabileleri toprak vaadiyle bir araya topladı. Çünkü sürekli birbirleri arasında ve Musa’yla anlaşmazlığa düşüyorlar. Aslında Musa da, onları vaat ettiği ülkeye götüremiyor ve çöllerde dolaşıp duruyorlar. Belki de, Musa’nın kendilerini sürekli oyalamasından bıkıp, bu şef-peygamberlerini kendileri öldürdüler. Zaten İlkçağ barbarlarının çoğunda başarısız olan –ve hatta bazılarında yaşlanan- şeflerini öldürme geleneği vardır. Fakat sonraki şef-peygamber Davut başarılı oluyor. Salamon/Süleyman (Türkler’de Salman/Selman isminden alınmış da olabilir, ses benzerliği çok fazla. Bu da İsrail kabilelerinin bir kısmının, İran kuzeyinden gelmiş olma olasılığı demektir.) dönemi refah dönemidir ama ondan sonra kabileler yeniden çözülüyor. Galiba, İsrail sahillerinde yaşayan, Fenikelilerin Kartaca’ya taşınmaları İsrailoğullarının Kenan’ı işgali nedeniyle olmuştur.
Davut ve Salamon’un tarihsel kayıt veya teyitlerine rastlıyoruz ama Moşe/Musa dönemi ve kaydı yok. Büyük olasılıkla, onları toparlayan ve tarih sahnesine çıkmadan önceki barbar şefleridir. Aynı şekilde; Abraham/İbrahim adlı bir tarihsel kişilik de kayıtlı değil. Sadece dinsel metinlerde ve Yahudi mitlerinde var. Ancak bu peygamber, bir geçiş dönemi şefi olmalı. Burada bir krala başkaldırı var ama Tevrat’a göre kuzey coğrafyası anlatılıyor. Urfa diyenler de var, İran-Irak arasını tarif edenler de var. Bu durumda İsrail kabilelerinin kökeni Kuzeyde oluyor ama her nedense güneye iniyorlar. Sonra galiba buralarda dağılıp çobanlık yapmaya başlıyorlar. Belki de, kuzey-güney doğrultusunda ticaretle uğraşıyorlar. Bir kısmı çobanlık yapıp, bir kısmı ticaret yapıyor ve bir kısmı da kopup Mısır’da ücretli çalışıyor olabilir. Ancak İbrahim’in Mekke’ye geldiği ve Kabe’yi inşa ettiği yönünde bir emare yok. Mısır’a gidenlerin de, İsrail-Filistin sahilinden gitmiş olmaları gerekiyor. Neden çölleri geçip Hicaz’a yönelsinler? Çöllerde çobanlık yapanlar da, Suriye ve İsrail’in bitişiğinde ve daha çok bozkır olan çöl kıyılarında ve yaz aylarında da Lübnan-Suriye sırtlarındaki tepelik-dağlık alanlara çekilmek zorundadırlar. Zaten günümüzdeki Kabe taştan anıtı çok eski olmamalıdır. En eski zamanlardan beri orası bir toplanma ve tavaf alanıdır. Belki de en önceleri, orada bir tuğla sütun vardı. Sonra tuğla veya kerpiçten bir form yapmış olabilirler. Çünkü defalarca Kabe’nin yıkılıp yapıldığı kayıtlı. Şimdiki taştan bina en son yapılanıdır ama tahminen en fazla 2000 yaşındadır. Mekke ve Medine çevresine yerleşmiş olan Yahudi kabileleri ise; Roma sürgününden sonra gelmiş olmalı. Zaten İsrail’e yerleştikten sonra, Yahudi tüccarlar Mekke ve Medine’ye ticaret amaçlı gelmeye başlamışlardı. Fakat, Mekke ve Medine çevresinde kalelere yerleşen bu Yahudi kabileleri, zamanla Hicaz Bölgesi ticaretinin önemli bir kısmını ellerine geçirmişlerdi. O nedenle Muhammed ve diğer Mekkeli Arap tüccarlar da, onlara içten içe diş bilemeye başlamıştı.
Fenikelilerin ve Tevrat’taki Abraham öncesi Yahudilerin, tanrıya insan kurban ettiklerine dair önemli bulgular var. Yalnız erkek çocuk veya erkek bebek kurban ederlerdi. Belki de kadını değersiz görmeleri nedeniyle erkek kurban ederlerdi. Abraham ve sonrası dönemlerde, tanrıya hayvan kurban etmeye başladıklarını görüyoruz. Gerek insan ve gerekse hayvan kurban etmekteki amaç aynıdır: Kan akıtmak ve böylece vahşet isteğini gidermektir. Böylece insanlar, birbirlerini öldürmekten alıkonulmuş olur. Zaten kadının örtünmesi, çok eşlilik, sünnet, kurban, oruç, domuz etinin yasaklanması… gibi birçok şey Tevrat’la birebir örtüşür. Bunların birçoğu ve namaz da zaten, İslam öncesi Mekke’de var olan geleneklerdi. Ancak Hicaz Bölgesi’nde kabilelere göre çeşitlilik gösteren ve tek merkezli olan bir din anlayışından söz edilemez. Zaten ilkel topluluklarda inanç konusunda hoşgörü vardır ve dayatma yapılmaz. İslam öncesi Arap kabile ve insanları da, sadece Müşrikler genellemesinde nitelenemez. Çok tanrılılar da vardır, totemizm-şamanizm kültlü inançlar da vardır, Hıristiyan, Yahudi ve Yahudiliğin bir kolu olan Hanifliler de. Örneğin, Muhammed, önceden Hanif Dinine inanıyordu.
Tektanrıcılığın, Tevrat’ın, Kabala’nın ve İllumanati’nin kaynağının Mısır olduğu kesinse; bir yerde İslamiyet ve ebcet’in de kaynağı oluyor. Sayılar ve simgeler… Bunlar çok önemli. Örneğin; tek sayılara önem vermek ve işlerini buna göre yapmak sünnettir. 1-3-5-7-9 diye gider. Bunun dışında 39-99 gibi ama 40 ve 100 sayılarının önemli olması da yine numerolojiye göredir. “Hurmaları 1-3-5 tane yiyin.” Bir hadistir. Hurmaların bile çift sayıyla yenmemesi isteniyor. Elif harfi, hem alfabenin ilk harfi, hem kendi ünü olan tek harfi, hem Allah’ın ilk harfi ve hem de rakam bir’in aynısıdır. O yüzden Elif, aslında Allah’ın simgesidir. Aynı zamanda alfabenin en işlek ve en çok görevli harfidir. Kendi başına sestir ama sessizleri de ünlendirir veya uzatır… Bütün bu özel işlevleri, ilk olması, kendi başına var olabilmesi ve bir rakamı olması nedenleriyle; doğrudan Allah’ı simgeler. Lam ya da lamelif denen harf de ilginçtir örneğin. Daha doğrusu Arapça, Yahudi ve bölge yerel kavimlerinin alfabeleri; aynı kaynaklı ve resim alfabesiyle simge alfabesi arasında bir yerlerde kalmıştır. Bu yüzden bizim kullandığımız Latin –ki; aslında Fenike alfabesidir ve Latinler hemen hemen onda hiçbir değişiklik yapmamıştır- Alfabesi gibi, sadece ses simgesi değillerdir. Şekilleri, kıvraklıkları ses simgelerinden ötedir ve zaten hemen tamamen sessiz simgelerden oluşurlar. Bu yüzden Türkçe, Farsça, Kürtçe gibi dillere uymadıklarından; bu dillerde kullanılırken, bir takım fazladan nokta, transkripsiyon işaretleri kullanmak gerekiyor. Türkçe’deki, -p, -ç, -g, -j, -ö gibi sesler ayrı işaretlemelerle yazılıyordu.
Lamelif suretinde insanın suretini görenler de vardır, Allah ve kulu ve hatta Allah ve Muhammed’i de… Elbette bir de ebcet var. Harflerin sayı değerleri ve bu sayıların toplamıyla ulaşılan sonuca göre geleceği hesaplama ya da yeni anlamlar çıkarma. Sure Elif-Lam-Mim diye başlıyor. Üç çok önemli. Zaten Lam, Allah sözcüğünün ikinci harfidir. Yani bu simgeler, Allah ve Muhammed diyor. Hem üçlemeye tamamlamak ve hem melodik okunuşa katkı yapmak, hem sureti ve ilişki bildiren bir harfi kullanmak… Mim, zaten Muhammed’in simgesidir. Mükemmel bence. Muazzam bir şiirsel imgelem. –l, -m ve –i seslerinin arka arkaya ve üç harf hecesindeki tekrarı, vezin güzelliği kadar, müziksel bir harika yaratıyor. En sondaki –m, kalın başlayan okumayı iyice incelterek bitirince, ses kulakta billur gibi incelip gidiyor. Burada Arapçanın melodik okunuşa uygun olması ve melodik sesli okumanın, düz okuma gibi kuru olmadığını belirtelim. Kuran’ı melodisiz ve düz okuduğunuzda sıkıcı ve anlamsızdır. Hafızların melodik okuyuşlarında ise, gizemli ve mistik bir hal alır. O yüzden, “Kuran okumak sünnet ama dinlemek farzdır.”
Yine gizemli bir harf üçlemesi; ELİF-LAM-RA diye başlar. Elif incedir, lam ise biraz kalınlaşır ama hem kalın ve hem vurgulu ve raaa diye uzayıp giden kalın a’lar… Burada vurgu, kesin olarak Ra’dır. Herhalde Ra’yı açıklamak gerekmiyor. Mısır inancının yaratıcı gücüdür. Elif ve lam, doğrudan Allah’ın simgeleri ise, burada Allah’ın yaratıcılığı ve yaratıcı gücü vurgulanıyor.
En ilginç harf simgeleri; YA-SİN olmalı. İnceden başlayan ve içe çekilerek ve kalınlaşan “a” sesinden sonra, nefes birden salınarak, sin denilir. Bu sin sesi bir gong veya çınlaması içte devam eden bir zil sesi gibidir. “ya” Türkçedeki ey, hey gibi topluluğa seslenme ünlemidir. Burada insanların, ümmetin dikkati çekiliyor. Allah size sesleniyor demek isteniyor. Çünkü bu surede ölüm, hayat, mahşer gibi konular anlatılıyor. Bu sureye, Kuran’ın temel suresi de denilir. Ölülere ve defin işlemleri sırasında okunduğu gibi, nazar duası ve önemli dinsel törenlerde de okunur.
Temel olarak, bu önemli simgeler teslis, yani üçlemedir. Kaynağı, Mısır’dır. En önemli simgesi de, üç piramittir. Diğer kutsal simge ve sayılar gibi Yahudilere, Hıristiyanlara ve Müslümanlara geçmiştir. Elbette Yahudiler aracılığıyla İslam öncesi Araplarına geçmişti teslis ve bu kutsal sayılar. 1-3-7-9-39-40-70-99-100-1000 gibi sayılar. Bu sayılar içinde 40-70-100 ve 1000 tek olmayan kutsal sayılardır ama elbet bunların da nedenini araştırmak gerekir. Bir de tek olmasına karşılık 13 sayısı ise uğursuz sayıdır. Örneğin; Muhammed, Mekke’yi ele geçirip kırana kadar, Kabe’de Müşriklerin üç büyük putu vardı. Zaten bu üç put, onların büyük putlarıydı. “Şeytan Ayetleri” de bu üç büyük putu över. Ama sonradan bu ayetlerin, şeytanın oyunu olduğu söylenerek inkar edilmiştir.
· * *
Acaba Müslümanlarla Müşrikler arasındaki çatışma ve savaşlar, anlatıldığı kadar şiddetli midir? Aslında Bedir ve Uhut dışında, önemli bir savaş olmamıştır ve bu iki savaş da, öyle abartıldığı kadar büyük savaşlar değildir. En azından, Medine’de güç kazandıktan sonra, Müslümanların Yahudilere karşı yaptığı toptan kırımlar karşısında, bu iki savaşı savaştan bile sayamayız. Sonuç olarak; Müslümanlar bütün Arabistan’ı Yahudilerden temizlemişlerdir. Bu denli toptan kırım ve etnik temizliğin, Müslümanlarla Müşrikler arasında olmaması; Yahudilere yapılan kırımları gizleme amaçlı da olabilir. Sonuçta sürekli mağdur rolünü oynayan Müslümanlar, hep kötülük yapan Müşrikler ve sanki onları toptan yok etmek için seferber olmuş bir Müşrikler topluluğundan söz edilir. Zaten sürekli haklı olabilmek için, sürekli mağduru oynamak; mağdurların faşizmini doğurur.
Bir defa hicret öyküsüne bakmak gerekir. Öncelikle Habeşistan düşünüldü ama orayı değiştirip dönüştüremeyecekleri ortaya çıkmıştı. Medine’de kabileler arasındaki anlaşmazlık, Müslümanlar için iyi bir fırsat doğurmuştu. Herhalde bir kısım muhacirler, bir kabileye sığındığında güç dengesi değişiyor ve diğer kabile yeni göçmenlere kucak açıyor ve böylece onların güç kazanma isteği de; sürekli olarak, Mekkeli Müslümanların gelmesine neden oluyordu. Medine’de Müslümanların çoğalması ve buradakileri de Müslümanlaştırmaları, Muhammed’in gelişi için uygun ortamı oluşturmuştu. Gerisi, can güvenliği, bir güvercin ve örümcek falan… Artık Medine yönetimi tamamen Müslümanların eline geçmişti ama dinin para getirmezse, çözülmesi kaçınılmazdı. Müslümanlar da; ticaret kervanlarını basarak, yağma ve çapullarla ekonomik mucizelerini de gerçekleştirmişlerdi. Bedir ve Uhut Savaşları, kesinlikle kervan güvenliği için Mekkelilerin çıkardıkları savaşlardır ama bunlar, Müslümanlar üzerinde etkili olmadı. Aksine çevredeki Yahudi kalelerini ele geçirerek ve çevre Araplarını da Müslümanlaştırarak, Mekke’yi tam ablukaya alarak, çökertmişlerdi.
O yüzden Mekke’nin Fethi diye bir şey yoktur. Kültürel olarak aynı kültür ve aynı soydan gelen insanların, yeni bir inanç etrafında uzlaşmaları ve devletin ortaya çıkışıdır. Zaten çaresiz olan Mekkeliler, uzlaşmaktan başka çareleri olmadığı için, kendilerini Muhammed’e Mekke’yi teslim etmişlerdir. Önceki savaş ve çatışmalarda yıpranmışlar ve kardeşlerin birbirlerini kırmalarının manevi yıkıntılarını yaşamışlardı. Direnmeleri durumunda, hem kardeşlerin birbirlerini kıracağını ve hem de, bunun Mekke’yi yıkıntıya dönüştüreceğini bildikleri için, teslim olmuşlardır. Sonuçta İslamiyet de, Tektanrılılık dışında, eski inanç ve geleneklerinde çok farklılık getirmiyordu. Artık merkezi bir yapıya geçişin zorunluluğunu anlayacak kadar, gelişme göstermişlerdi. Böylece kabileler demokrasisi veya uzlaşması dönemi bitiyordu. Hicaz Bölgesi’nin de devletleşmesi zamanı gelmişti. Ne kadar zorlasa da ulema, Mekke’nin Fethi için bir destan yazamadı. Mekkeliler teslim olmuştu, direnmemişti. Bu çok kötü bir durum aslında. Bedr’in aslanları falan diye destan yazanlar, mağduriyet edebiyatı yapanlar, kız çocuklarını diri diri gömen ve sürekli Müslümanları katleden Müşriklerden söz edenler; konu Mekke’nin Fethi olunca, maalesef ne mağduriyet ve ne de destandan bahsedemiyorlar.
Kısasa kısas, kölelik, çok evlilik, yoksullara sadaka, akraba dayanışması gibi konular, İslam öncesinde vardı elbet. Recm, kadınların dışlanması ve sosyal hayatın dışına itilmesi yoktu ama bu önemli bir sorun değildir. Elbette ticaret, en önemli faaliyettir. Tarım ve sanayinin olmadığı bir bölgede, başka bir üretim olamaz. Kent dışındaki bedevilerin, çöl ve bozkırlardaki hayvancılık faaliyetleri ve kentlilerin kervanlarla yaptıkları ticaret dışında bir üretim olamaz. Hadis: “Rızkın, onda dokuzu ticarettedir” der. Üretim, bu durumda; onda birdir. Nüfus artışı hızlanmış ve devlet yapısı ortaya çıkmışsa; artan nüfusu dışarı sevk etmek, yağma ve talanlarla başka halkları haraca kesmek ve sömürmekten başka bir yol yoktur. Ancak fazla genişleme ve refah da, yeniden çözülmelere ve içteki kölelerin iktidarı ele geçirmelerine neden oluyordu. İlginçtir; Türkleri kılıç zoruyla Müslümanlaştıran ve köle yapan Araplar, kısa bir süre sonra Türklerin köleleri olmuşlardır. İnsani ve ahlaki değerler üstüne kurulmayan, hiçbir ilahi ve dünyevi sistem; insanlığa acı ve yıkıntılardan başka bir şey getiremez. Bu babda; hiçbir dinsel sistemin, insani, ahlaki ve etik değerleri ilke edindiği ileri sürülemez. İnsan aklı ortadan kaldırılmadan, bir din sistemi inşa edilemez. İman ve akıl, bir arada bulunamaz.
Asıl inkarcılığın üst düzeyde olduğu ve irdelenmesi gereken konu: İslamiyet; Araplara kadın hakları ve kadının, sosyal konumunda ilericilik mi, gericilik mi getirmiştir? Eğer gerçekten, Müşrikler de; insan kurban ediyorsa –ki; bu konuda hiçbir belge ve kanıt yok- acaba erkek çocuklarını mı, kız çocuklarını mı kurban ediyorlardı? Bizim bildiğimiz kadarıyla; insan kurbanları erkek çocuklardan seçiliyordu. Şayet kız çocukları kurban ediliyorsa –ve tanrıya değerli olan kurban edildiğine göre; o zaman İslam öncesi Arapların anaerkil ve kadınların değerli olduğu bir toplum olduğu ortaya çıkar. Ancak, en azından, İslamiyet öncesi ve yakın zamanlarında, kız çocukları veya çocukların adak veya kurban edilmediği bir gerçektir ama asıl gerçek; İslam öncesi kadınların, Arap toplumunda hak, hukuk, özgürlük ve sosyo-ekonomik olarak; İslamiyet sonrasına göre çok ileride olduğu ve İlamiyet’in, bu yarı anaerkil toplumu, tam ataerkil ve merkeziyetçi despotluğa dönüştürdüğü gerçeğidir! En basiti; Hatice’nin, büyük bir ticaret kolonisini yönettiği ve bizzat eşi olarak Muhammed’i kendisi seçtiği gerçeğidir. Ayrıca, ticaret ve başka işlerle uğraşan ve her sosyal ortamda bulunabilen sayısız kadının olduğu da belgelidir. Ancak, İslamiyet’in yayılması ve otoritesini pekiştirmesinden sonra; kadınlar toplumun dışına itilmiş ve haremlere hapsedilmiştir. Daha da ilginci; anne olması dışında, bir kadın ve insandan söz edilmemesi ve ayetlerde bile, bir araç ve seks nesnesi olarak kadından bahsedilmesidir. O, ünlü ayette bile; “Kadınlar sizin tarlanız gibidir, istediğiniz gibi sürebilirsiniz (veya girebilirsiniz)” diye doğrudan bir seks nesnesinden ve binek hayvanlarından bahsedilen ayetlerden bile daha alçaltıcı bir üslupla nitelenmişlerdir!
Şayet yeni bir merkeziyetçiliğe ve devlet yapısına geçiliyorsa; toplumda var olan anaerkillik kalıntılarının da ortadan kaldırılması ve tam bir aterkillik pozisyonunun sağlanması zorunludur. Yoksa nasıl cihat ilan edeceksin, nasıl zorbalık ve sömürüyü meşrulaştıracaksın? Bu devletin ve despotluğun olabilmesi için zorunlu bir aşamadır. Sorunsa; bu konuda Arapların çok geç kalmış olmalarıdır. Mezopotamya’nın, MÖ. 4000’lerde geçirdiği aşamaya, Hicaz Arapları’nın altı yüzlerde gelmiş olması durumudur. Bu kadar geç kalınınca ve artan nüfusun baskısı, koşulların dayatması gibi nedenlerle çok hızlı ve çok radikal bir geçişin olması zorunluluğunu anlamak zorundayız. Bu yüzden çok şiddetli ve çok zorbaca koşullar oluşmuş ve merkezi dikta kendini dinle meşrulaştırarak; yönetim erkini tamamen din üzerine inşa etmek zorunda kalmıştır. Bu da sürekli radikal bir şiddet ve bu şiddete dinsel dayanak üretme zorunluluğunu doğurmuştur. Tefsir yetmediğinde, hadisleri dayanak yapmak ve o yetmediğinde de, sürekli yeni hadisler üretmek ve düzen yalakası bir ulema sınıfı oluşturup sapkın fetvalar ürettirmek garabeti ortaya çıkmıştır. Bu minval üzere, sürekli çelişen ve iktidar erklerine göre gelişen ama günümüzde Kuran ve hadislerle bile organik bir bağı kalmamış ve her coğrafya ve iktidar zihniyetine göre farklılaşmış ama özünde ne olduğu ya da aslına göre nereye konumlandıracağımızı bilemediğimiz bir İslam dini veya anlayışıyla karşı karşıyayız! Bu gün cemaatlere, tarikatlara, devletlere, örgütlere, ilahiyatçılara, mezheplere ve hatta Sünni ve Şii mezheplerin kendi içlerinde bile farklılaşan bir İslam diniyle ama özünde hangi din ve zihniyete göre nitelendiremeyeceğimizi bilemediğimiz, insanlar güruhuyla karşı karşıyayız.
Ancak temelinde sorulması gereken soru: İslam’ın bilimle, akılla ve sanatla ne kadar bağdaşabileceği sorunudur. Bir defa, İslamiyet’in; zamanının en geri ve ilkel bir coğrafyasında doğmuş olmasının, onun güdük kalmasına yol açacağını görmek zorundayız. Eski uygarlık merkezlerine bakarsak; hepsinin bir geçiş ve diğer kültürlerin kavşak noktasında olduğunu görürüz. Ancak en yakın kültür merkezi olan, Mısırla bile, Arabistan’ın bir kültür ve sosyal bağının olmaması ve Mısırla olan bilgilerinin bile Yahudilerden aktarılıyor olması ve de Mezopotamya’yla olan ilişkilerinin de yine Süryaniler ve başkaları üzerinden dolaylı olması, coğrafi bir zorunluluktur. Etrafı çöllerle kaplı ve çok sınırlı bir kentleşmenin olduğu ve çöl vahalarında birbirlerinden kopuk Bedevilerin olduğu bir toplumun; ancak yedinci yüzyılda Mekke ve Medine’de kent kültürüne geçmeye ve merkezi bir iktidara gereksinimi olması ve İslam’ın bu gereksinimi de ancak Yahudilerden devşirmesi bir zorunluluktur. Elbette dinin de bir sosyo-ekonomik ve elbette politik bir olgu olduğu gerçeğini dışlamaz ve olayı mitleştirmezsek; maddi kültürün manevi kültürü doğurduğunu yadsımazsak, doğru bir zemin ve gerçekçi bir çözümlemede buluşabiliriz. Elbette Nihat Hoca gibi, Ömer’i bir Ramazan boyu çöllerde yürütür ve kumları, gökleri ağlatıp dururuz ama hocanın da trilyonları ve otel zincirleri birbirine eklenip durur.
Çok doğru; Kuran’ın ilk ayeti, “Oku” dur. Ama neyi ve niçin okuyacağız? “Yaradan Rabb’inin adıyla oku.” Yani, Allah ilmini, Kuran’ı, ilahiyatı okuyacağız. İlim, kesinlikle ve kesinlikle bilimi ve de pozitif bilimi kapsamaz. Her şey ilahi ve rahmani olmalıdır. Bütün her şey Allah adıyla başlamalı ve her şey ona bağlanmalıdır. Halife Ömer; İran’da ve İskenderiye’de kütüphaneleri, tapınaklardaki kitapları yaktırırken, mükemmel bir fetva vermiştir: “Şayet bunlar Kurant’da varsa, zaten bunlara gerek yoktur; şayet yoksalar, küfürdür, yok edilmeleri gerekir!”. Yani her halükarda, bütün kitaplar, sanat eserleri ve tapınaklar yok edilmelidir. Diğer halifeler, Emeviler ve Abbasiler de aynısını yapmışlardır. Eskiyi yok etmez ve onların izlerini ortadan kaldıramazsan; yeniyi nasıl dayatacaksın? Bu bir politikadır. Yayılma, sömürme ve dejenerasyon politikasıdır. Bunun din, ümmetçilik, Allah veya başka bir şey adına yapılması sonucu veya özünü değiştirmez. Günümüzde de, Amerikan emperyalizmi; özgürlük ve demokrasi adına bazı ülkelerin ve halkların anasını belliyor ama biz bu sefil halklara demokrasi ve özgürlük yerine daha çok sefalet, ölüm ve kargaşa geldiğini görüyoruz. Öyleyse neden söylemlere inanmak yerine, eylemlere ve sonuçlarına bakmıyoruz? Şayet İslam, bilimi dışlamıyorsa; neden Taberi, İbni Haldun, İbni Rüşt gibi pozitif bilimci ve felsefeciler, İslam uleması tarafından halen dışlanmakta ve görmeze gelinmekteler?
Elbette henüz emekleme döneminde ve gayet ilkel bir alfabede kalmış, yazılı kültürü olmayan ve bu durumda bilimsel bir birikime ulaşamamış bir Arabistan’ın koşullarını baz almak durumundayız. Bu koşullarda yer yer kaydedilmiş ama okuması ve anlamlandırılması sorunlu kayıtlar ve daha çok ezber yoluyla aktarılan bir Kuran’ın derlenmesi de başlı başına sorunlu bir iştir. Galiba bundan dolayı; Halife Ebubekir zamanında ilk Kuran kaydedildiğinde, daha önceden not alınmış bütün parşömen, kemik ve kabuklar yakılarak yok edilmiştir! Böyle yapılmasa, aslına uygun değil, burada yanlışlık yapılmış diyerek sonu gelmez polemikler olacaktı. Bu bir nokta koymadır. Sonra dört adet çoğaltıldığında, ilk nüsha yok edilmiştir. Daha fazla çoğaltıldığında da, önceki dört nüsha yok edilmiştir. Bu yüzden, asla ilk Kuranlara ulaşamayız. Arap Alfabesi’ndeki aynı harflerin noktalanarak, ayrı seslere göre düzenlenmesi ve sessiz harflerin seslendirilmesi kuralları ve Kuran’ın transkripsiyonlanması gibi gelişmeler ve kurallar, İslamiyet’in doğuşundan çok sonradır. Örneğin; günümüzde Muhammed ve dört halife dönemindeki Arapça bir yazılı metni okuyabilecek ilahiyatçı, ülkemizde yoktur. Bildiğim kadarıyla, bu konuda ülkemizdeki tek uzman; katledilen Turan Dursun’dur. Dünyada da, şu an bir Alman profesör ve bildiğim kadarıyla üç öğrencisinin uzmanlığı var. Gerçi ülkemiz ilahiyatçıları içinde, günümüz Arapçasına hakim olan sayısı da onu bulmaz! Bakmayın siz onların, televizyon ve vaazlarda ayet ve hadislerin Arapçasını okuduklarına. Bunu Arapça biliyormuş ayaklarından yapıyorlar. Ya ezberden ya da, notlarından veya tabletlerinden okurlar. Toptan dini ranta çevirmiş hokkabazlardan başka bir şey değiller.
Her din, ideoloji veya kültür; doğduğu yerin coğrafi, sosyo-politik ve sosyo-ekonomik koşullarına doğrudan bağlıdır. Şayet kültürel ve politik koşullar çok geriyse; mutlak başka din, ideoloji ve kültürlerden devşirilme zorunluluğu vardır. Bir taraftan koşulların olgunlaştığı ama öte yandan kültürel olarak birikimin yetersiz olduğu bir Arabistan coğrafyasında; Yahudi ve Hristiyan topluluk ve kültürlerden devşirilme ve uyarlanma zorunluluğu, koşullar gereğidir. Bunu birebir dinsel metinleri ve o zamanın kültürlerini karşılaştırarak görebiliriz ama zaten Taberi; tek tek Kuran’daki sözcükleri dilbilimsel olarak analiz etmiş ve hangi dillerden geldiğini göstermiştir. Böylece biz, Kuran’ın bütün kültürel, söylemsel ve dilsel kaynaklarını, bu çalışmada bulabiliyoruz. Zaten Kuran ve Muhammed dönemi İslam zihniyeti ve uygulamalarını baz alırsak; onun ölümüyle birlikte farklılaşan ve o zihniyetle hiçbir ilgisi olmayan bir İslam anlayışı ve uygulamasıyla karşı karşıya olduğumuzu görürüz! İdeoloji, kültür, din veya faaliyet ne oluşa olsun; her insansal zihniyet, anlayış ve eylemlilik politiktir. Egemen güçler dini politikalarına alet edip kullandıkları gibi; ulema da kendi maddi çıkarları için, dini dejenere ederek, sınıf politikalarına alet ederler. Zaman zaman da –günümüzde olduğu gibi, egemenlerle maddi menfaatleri doğrultusunda uzlaşarak; dini tamamen bir politik araca dönüştürürler. Muhammed, ölüm döşeğine düşer düşmez; iktidar mücadelesi, çatışma ve bölünmeler başlamadı mı? Cenazesi üç gün sonra kaldırıldı. Cenaze namazı da beş ya da yedi kişiyle kılındı! Sonra nasıl o insanların, birbirlerini vahşice doğradıklarını biliyoruz. Ne Sünnilik ve ne de Şiilik; özünde dinsel bir ayrılık veya dinsel görüş ayrılıklarından doğmuş değildir! Sadece iktidar mücadelesidir ve her iktidarı ele geçiren, daha zorba olmuştur. Sevgi, saygı, merhamet ve mağduriyet iktidarı ele geçirene kadardır. Tarihte ve günümüzde, Sünni ve Şii iktidarların; zorbalık konusunda birbirleriyle rekabet ettiklerini görüyoruz. Sevgi, saygı, şefkat mi; hangi dinsel yapıda görülmüş ki?
Gerek İslam dünyasında ve gerekse başka yerlerde, tarih boyu –elbet günümüzde İslam dünyasında- din adına egemen olan her örgüt, yapı ve iktidar; ahlaksızlık, zorbalık, yolsuzluk, vahşet, sömürü ve ayrımcılıktan başka bir şey üretmemiştir ve öyle yapmaya devam etmektedir! Tarih boyunca hiçbir din; ahlak ve etik kurallara katkı yapmamış ve üretmemiştir. Uzakdoğu’da ahlak ve erdem felsefesi olarak doğan ama kesinlikle din olmayan, Budizm ve Konfüçyüanizm vardır; ancak bu felsefi görüşler, daha sonradan bir inanç veya dinsel bir sisteme dönüştürülmüşlerdir. Ahlak ve etik ilkeler; dinsel yapıların dışındaki kültür ürünleridir ve ancak dinsel sistemlere toplum tarafından kendilerini dayatarak, onları insancıllaştırırlar. Zaten ahlak ve etik; dinlerden bağımsız kaldıkça gelişir. Çünkü kendini toplumdan ve değerlerinden üstün gören din adamları ve dinciler; toplumun ve insanlığın bütün değerlerini yıkmak ve dini egemen kılmak için mücadele ederler. Sadece kendilerinin doğruyu bildiğini ve sadece kendilerini saygı isteyen dindarların zihniyeti dışındaki her şey batıl ve yerin dibine batmalıdır! Uhrevi ve kutsal olanın; dünyevi ve batıl olana saygı göstermesi düşünülebilir mi?
· * *
Bütün tek tanrılı –ve hatta çok tanrılı dinlerin temel konusu, teslisi irdelemek gerekiyor. Kuran’daki simgesel harfler üçlüdür, üç İhlas okursun ama üçleme en güzel, Hıristiyanlıkta nüvesini bulmuştur. Baba, oğul, kutsal ruh. Baba, elbette tanrıdır, oğul peygamber ve kutsal ruh ise, asla Meryem değildir. Aslında o bizzat insanlıktır, cemaattir… Topluluğu ve yaratılışı anlatır. Mısır’da da, Amon-Ra’yı simgeleyen büyük bir piramit ve daha küçük olan piramitlerle, üç piramit bir topluluğu oluşturur. Bu topluluğun ve cemaat olmanın şartıdır. Bir imam, bir müezzin ve bir cemaat, cemaatle namaz kılmanın şartıdır. Böylece bir topluluk oluşur. Ama teslisin başı olan tanrı, yani büyük birdir. Tanrı, neyin karşılığı ve nereden doğmuştur? Neden ataerkil, sınıflı ve devletli toplumlarda doğmuştur? Neyi temsil eder?
Adem ile Havva olsun, Nuh tufanı olsun, kurban öyküsü olsun; Mezopotamya ve Antik Mısır’dan beri aynı veya benzerlerinin türevi öykülerdir. Öyleyse bu öyküler bize, birtakım sosyolojik ve sosyo-psijik gerçekleri anlatmaya çalışmıyor mu? Anaerkil ve ilkel zamanlarda evlilik ve temel aile kavramı yoktu ve dolayısıyla ensest ilişki de doğaldı. Tanrı, tek bir dişi ve erkek yaratarak insanları ensest ilişkiye zorlamış ve insan nesli böyle çoğalmıştır. Dini öyküler bunu söylerken, geçmişi anlatıyor ama ataerkilliğe geçiş ve aile kurumu için ensestin yasaklanmasını anlatıyor aslında. Yoksa neden tanrı, iki veya üç çift insan yaratmasın? Çocukları birbiriyle evlenince, yine insanların kökeni aynı olurdu. Hem ensest ilişkiyle insanları çoğaltıyor ama sonra da, yeter artık bu sapıklık, yasakladım mı diyor? Elbette Nuh Tufanı öyküsünde de, sapıklığı falan bir kenara itersek, merkezi yapıya geçişin anlatıldığını görürüz. Kendi başına buyruk ve hiçbir otorite tanımayan insanlar, sonunda tanrıyı çıldırtıyor. Yani tufan olan, insanların kendi başına buyrukluğudur. İnsanları ve hayvanları Nuh, yeni bir silsile ile düzenliyor ve merkezi bir yönetime geçiyor. Kurban öyküsünde verilmek istenen mesajı, yukarıda anlatmıştım.
Öbür türlü düşünürsek; muazzam bir garabet öyküsü çıkar karşımıza! Ağrı Dağı’nın bile su altında kaldığını kabul edersek; deniz yüzeyinden tam ALTI BİN METRE daha fazla bir su kütlesidir, söz konusu olan. Bu da bu gün dünyamızdaki su kütlesinin, iki katı kadar daha su demektir. Tanrı bu kadar suyu, fazladan dünyaya göndermiş olsa bile, tahliyesi daha büyük bir sorun olurdu. Hadi bu suyu, dünya atmosferi dışına çekti diyelim, bu yoğun su kütlesi veya su buharı, uzayın neresinde? Neden bu gün, hayat başladıktan bir süre sonra, bütün dünyanın sular altında kaldığını gösteren bir iz bulamıyoruz? Nuh sekiz yüz elli yıl yaşadığına göre; gemisiyle en az kırk yıl sular üstünde dolaşmış olmalıdır. Bu durumda da, su altındaki bütün kara bitkilerinin de yok olması gerekmiyor muydu? Dağların zirvesindeki bitkilerin yaşadığını varsaysak bile; Doğu Anadolu’nun yüksek dağ zirvelerinde zeytin yetiştiğine dair hiçbir buluntu yok maalesef. Her şeyi doğru kabul etsek bile; bu günkü en büyük uçak gemisinin bile, bütün yaratıklardan birer çift alması olanaksız! Hem de ahşaptan ve binlerce yıl önce, üç uçak gemisi büyüklüğünde bir gemi inşa edecek teknolojiye Nuh’un ulaştığını varsaysak bile; en azından yeni dünya kıtalarındaki canlılara ulaşmayı nasıl başardı Nuh?
Öyleyse Allah’ın hikmeti demek yerine; dinsel mitlerin sosyolojik ve psikolojik bilinçaltılarını irdelemek gerekiyor. Aslında burada Tasavvuf’a ve temeli Mısır, İsrail ve Hıristiyan tarikatlarına, Uzakdoğu mistisizmine bakmak gerekiyor. Bütün dinlerin ortak mistisizminde; tanrının, insanları kendi suretinde yarattığı ortak konudur. Özünde tanrı; insanların olmak istediğidir, yani üst beni, süper egosudur. Her ne kadar erdemli ve şefkatli olsa da; kızdığında şiddete, katliama ve hatta tuzak kurup, yalan söyleme yoluna bile başvurur. Çelişkileri hep vardır, temelinde iyidir ama bir türlü planları tutmaz, hiçbir zaman tarafsız bir hakem/hakim pozisyonunda kalamaz. Sürekli bir taraf tutma ve taraftar toplama, taraftarlarına hükmetme, onların kendisini takdir etmesini, karşısında küçülmelerini ve hatta aciz kullar olmasını ister. Her şeyi yaratan irade olmasına karşın, insanların acizliklerinden beslenir. Kendisi dürüst ve adil olmasına karşın; yeryüzünde hiçbir zaman adalet ve eşitliği sağlayamaz. Sonuçta çok çelişkilidir ve hatta sıradan bir insanda bile fazla çelişkileri olan biridir.
Melekler, bendir yani ego. Tarafsız ve iki güç arasında sıkışmış bir haldedirler. Aşağıda ilkel benlik, yani id vardır; şeytandır o! Din felsefelerinde nefis denilen şey. Bütün kötülüklerin kaynağıdır. Sürekli haz peşindedir. Yukarıda sürekli hazdan kaçınmayı ve kendini feda etmeyi isteyen tanrı, aşağıda sürekli bedensel hazlar peşinde koşan şeytan ve arada denge sağlamaya çalışan melekler… Tek sorunsa; Freud’un beş bin yıl önce yaşamamasıdır. Bütün mitolojiler ve dinler, insan psikolojisini çözmeye ve tanımlamaya çalışmaktan başka bir şey yapamamışlardır.
Mehmet BAYDAN
05.01.15
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder