29 Nisan 2015 Çarşamba

AYNADAKİ MÜSLÜMAN Mehmet BAYDAN

                                 AYNADAKİ MÜSLÜMAN
Geçen yıl bir habere rastlamıştım. İngiliz veya Hollandalı biri Müslüman olmuş, yıllar önce. Yani Müslüman olunca, gelmiş Ortadoğu’ya ve hem kaynağından öğrenmek ve hem de yeni din kardeşlerini yakından tanıyabilmek için, başlamış cami-cemaat dolaşmaya. Sonunda adamın söylediği, kelimesi kelimesine; “eğer Müslüman olmadan önce, bu Müslümanları tanısaydım; kesinlikle Müslüman olmazdım!” diyor. Merak etmeyin, adam tekrar Hristiyanlığa dönmemiş ve ateist falan olmamış. Avrupa’ya dönmüş ve nesli tükenen onurlu ve ahlaklı Müslüman kaldığını ispatlamak için, orada yaşamaya devam kararı almış. Çok zaman geçtiği için adamın adını, milliyetini, haberi nereden okuduğumu falan unuttum ama maalesef, durum bu kadar vahim. Bizim politikacılar anti-İslamizm, İslam fobisi falan diyorlar ama durum ortada. Her türlü ayrımcılık, vahşet, ahlaksızlık, yolsuzluk almış başını gidiyor, İslam devletlerinde. Bu yüzden insanların aklına hangi tür kötü bir fiil gelse, hemen kafasında çember sakallı bir Müslüman imgesi beliriyor ve daha kötü olansa; Müslümanların kafasında da aynı imge beliriyor. Zaten artık kötü bir fiili yapan, Müslüman değilse insanlar şaşırıyor.
Hiç insanlık onuru, ahlak ve etik kurallardan bahsetmeden; insanları dini eğitimden geçirmek ve dinle örgütlemek; nasıl başka tür bir sonuca yol açsın ki? Sadece Müslüman olanlar cennete gider ve her Müslüman, sadece Müslüman olduğu için, eninde sonunda cennete gidecekse ve elbet Müslüman olmayan –elbet Sünni Müslüman olmayan doğrudan cehennemlikse; her Müslüman’ın her tür kötülüğü başkalarına yapma hakkı vardır. Yaptıkları yanlış olursa da, nasıl olsa tövbe edip kurtulma hakkı da ona verilmiştir. Onun için bütün ahlaksız, kötü, yanlış olan sapkınlar; Sünni Müslüman olmayanlardır ve onların her söylediği, yaptıkları batıldır. Bütün bu din anlayışı ve propagandası; ülkemizi ve İslam dünyasını uygar dünyanın dışına itmiş ve vahşi barbarlar haline getirmiştir! Lütfen artık aynaya bakalım ve gördüğümüzü inkar etmeyelim. Ata gözlüğü, ufku genişlesin ve gözleri açılsın diye takmazlar. Kendi kendimize yakıştırdığımız güzel sıfatlar, bizi güzelleştirmediği gibi, daha bir maskararlaştırır!
Hep işin kolayına kaçtı yönetenler. Kaynak yaratamadıkça, eğitimi, bilimi, teknolojiyi üretemedikçe; verdiler gazı, coşkuyu; ezan-bayrak-Allah Allah, yürüsün cahiller sürüsü… Elbette ileriye yürüyemeyenlerin, mevziler kazıp sürekli kendilerini savunmak zorunda kalması doğaldır. Ancak hiçbir mevzi, sonsuza kadar savunulamaz. Cephane azaldığında ve karşındaki güçlerin saldırısı yoğunlaştığında, ricat kaçınılmaz olur. Avrupa Rönesans’ından beri, Müslümanların ricatı devam ediyor ve hiçbir yerde tutunamadıkları için, sürekli zamanı geri çeviriyorlar ama tutunamamak ve uygarlıktan kopmak çok vahim sonuçlara yol açar. Büzülme sürekli sürtünme ve ısının artışı, içte şiddetli tepkimelerin oluşması demektir. Karşısındaki ordulara saldırma cesaretini yitirenler; sıkışık alanda sürekli birbirleriyle savaşmak ve birbirlerini yemek zorunda kalırlar. Tehlikeli olan içe kapanmak ve iç çatışmalardır. Aslında bütün devlet ve toplumları çökerten, iç çatışmalardır. Dış güçler, bazı devletlere son vermiş olsa da; öncesinde içten çöktükleri için öyle olmuştur. İslam, uygar dünyadan, uygarlıktan ve bilimden tamamen kopmuş ve tamamen büzülmüştür. Uygar dünya ve zamanla bütün bağlarını koparmış İslam aleminin; hiçbir uygarlık hedef ve projesi olmadığı gibi, artık öbür dünyanın cennetinden başka vaadi kalmamıştır Müslümanlara.
Sürekli din eğitimi, sürekli artan cami ve imam sayısıyla çözülüyor mu sorunlar? Böyle olunca, belki cennete gidecek bütün Müslümanlar ama dünyayı sürekli cehenneme çeviriyorlar. Kendi ülkem adına, sürekli artan din eğitimi, devleti dincilerin yönetmesi, sürekli artan cami-imam-hafız-ilahiyatçı sayıları ve her kurumu ve toplumu dincilerin yönetmesi –kısaca resmen ilan edilmemiş Şeriat, sonucu geldiğimiz noktada; her türlü şiddet, vahşet, cinayetler, ayrımcılık, yolsuzluk, zorbalık, her tür doğal ve beşeri kaynakların yok edilmesi, her tür sömürünün artması –ve elbette demokrasi, özgürlük, insan haklarının ortadan kaldırılması, adalet ve hukukun yok edilmesi, zorbalık ve diktatörlüğün iyice pekişmesi gibi sonuçların ötesinde: ahlak, onur ve erdemin yok edildiğini, 12 yıllık kısa sürede yaşadık! O çok övündükleri ekonomi de, hızla çöküyor. Bu kadar yolsuzluğa, kayırmacılığa, keyfiliğe ve plansızlığa para mı dayanır? Uygar dünya birim fiyatlarının, dört-beş misli daha pahalı ama onlardan çok daha kalitesiz bir şekilde yandaşlara dağıtılan ihalelerle yapılan yatırımlar ve yok dibine kadar sömürülmüş insan ve doğal kaynakları, artık yenilemenin de bir yolu yok. Vadesi gelmiş ama karşılığı olmayan iç ve dış borçlar, her alanda çöküşe geçmiş üretim ve dünya istatistiklerinde her türlü kirlilik ve kötülükte rekorlar kıran bir Türkiye! Bilim, sanat, teknoloji, üretim, insan hakları, eşitlik, özgürlük ve diğer bütün uygarlık kriterlerinde dibe vurmuş bir Türkiye! İki Türkiye bu. Ilımlı İslamcılıkla başlayıp ve hızla Sünni-İslam Şeriatına kucak açan ve dinci-kinci yönetimin dindarlık projesinin göstergesi ortada. Coğrafi olarak ülkemizin bir kısmı Avrupa’da ama 12 yılda, uygarlık anlamında; Avrupa’dan en az, 1200 yıl uzaklaştık!
Hiçbir zaman nitelikli ve bilimsel eğitim sistemimiz olmadı. Gerçi kaynaklar iyi kullanılsa ve yönetenler yolsuzluk yapmasalar olabilirdi. Eğitemediğimiz ve besleyemediğimiz cahil insanları gönderdik emek kölesi olarak Avrupa’ya. Sıkıştıkça Türkiye, onların birikimlerini sömürdü devlet olarak. İnsanlar, güven kaybedince de, bu sefer boşluğu İslamcı örgütler doldurdu. Başta DİANET’in camileri olmak üzere, bir bir parsellediler bu örgütlere insanları. Hem soydular ve hem de aydınlanmalarını ve uyanmalarını engellemek için, bulundukları ülkelerin toplumlarından onları kopararak, iyi birer yobaz yaptılar. İlginçtir, Müslümanlar veya başka bir cemaat için değil de, doğrudan; “TÜRKEN RAUS” tu slogan. Alevi kökenliler dışındakiler ve hatta şimdi üçüncü kuşak bile, uyum sağlayamadı bulundukları ülkenin kültürüne. Çünkü bütün Sünniler; cami-cemaat-tarikat dolanıp duruyorlar. Bu gün Anadolu’daki yobazlardan bile yobazlar, Batı Avrupa’nın göbeğinde!
Elbette iktidara geldikten sonra, hızla Tayyip yeni bir organizasyona girişti Avrupa’da. Önce MGT’ler ve cemaat ittifakları, tarikat işbirlikleriyle ve elbet cami-imamlarla bütün Sünniler örgütlendi. İçinde bulunduğu toplumu dışlayan, aşağılayan ve onların kültürünü ahlaksızlık olarak gören bir cemaat; neye neden olur? Şimdi Almanya ve Avusturya’da başlayan protesto dalgaları da aslında, göçmen ve Müslümanlara karşı değildir; özünde tamamen Türkiye Sünnilerine karşıdır. Bu dalga, büyüyerek yayılacak ve muhtemelen çatışmalara dönüşecektir. Bu dinci yobazlar; kendi inançlarından başka hiçbir inanca, insana saygı duymadıkları gibi, onları aşağılamakta ve ahlaksız olarak nitelemektedirler. Lise mezunu gençler bile, 100 kelime Türkçe, 120 kelimelik Almanca dağarcığı olması bir yana; vatandaşı oldukları ülkenin tarihi ve kültürüyle ilgili de bir şey bilmiyorlar. Kendi inançlarında da samimi olmadıkları gibi, riyakarlık ve takiyeden başka tuttukları yol da yok. Bu durumda da, içinde yaşadıkları toplumun, suç oranlarını arttırmaktan başka bir katkıları olmuyor. Maalesef durum bu. Elbette aynaya bakınca, gözleri açık tutmak gerekiyor.
Geçen hafta fabrikada bir kadınla sohbet ederken, Tokatlı olduğunu söyledi. Galiba Tunceli’den sonra en yoğun Alevi nüfusu Tokat’dadır. O yüzden gayr-ı ihtiyari, Alevi misin, diye sordum. “Elhamdülillah Müslüman’ım!” dedi. Elbette Alevi değilim veya Sünni’yim ya da Hanefi’yim diyebilirdi. Ben ona dinini sormamıştım, mezhebini sormuştum. Alevileri Müslüman kabul etmiyordu ama bu söylemle insan da kabul etmiyordu. Bu iki kelimelik cevapta; insan olmanın, değerli olmanın tek koşulunun, Sünni Müslüman olmak olduğunun bütün kodları gizliydi. Bu, bu günkü egemen zihniyetin zihniyeti ve bu zihniyetin bütün ayrımcılığını, bölücülüğünü, nefretini, kinini yurt içi ve dışındaki Sünnilere içselleştirmeyi başardığını gösteren bir örnektir. Artık bu bölünmüş ve insani değerleri düşman kabul etmiş fanatikleri; birleştirmek, bütünleştirmek, insani ve ahlaki değerleri öğretmek, sevgi-saygı-hoşgörü ilkelerinde buluşturmak, başka inanç, kültür ve değerlerin de yaşam hakkı olduğunu ve önemli olanın, kültürel çeşitlilik olduğunu öğretmek olanaksızdır! Cam sürahi kırılmış ve su akıp gitmiştir. Ne o su geri toplanabilir ve ne de o cam parçaları birleştirilebilir artık. Zemine dağılmış kesici, delici ve çok tehlikeli çöplerden başka bir şey yoktur. Kimse itiraz etmesin, ben sadece aynaya ve toplumun aynasına bakarak, gerçek görüntüleri anlatıyorum. Artık aynaya bakan takiyeciler, aynada kurt görürken; gözlerini kapatıp masum bir kuzuyu tarif ediyorlar ama zulmün, despotluğun, vahşetin kan gölüne çevirdiği ve bütün insanlık değerlerinin ayaklar altına alındığı bir İslam coğrafyası gerçeği dünyanın kabusu olarak ortada duruyor.
Ben bu ilahiyatçıların, radikal İslamcıların, dinci politikacıların ve bütün bu dinci örgütlerin kirlilik ve ahlaksızlığı kasıtlı yaydıklarına ve hepsinin Mason olduğuna inanıyorum. Sonuca baktığımızda; hem İslam coğrafyasının doğal ve beşeri kaynakları yok ediliyor ve hem de geleceği yok ediliyor. Bunun sonucu olarak da; mürtedlik ve ateizm İslam coğrafyasında hızla artıyor. Elbette ölüm korkusu nedeniyle insanlar, başka dinleri seçtiklerini ve ateistliklerini gizliyorlar. Ancak bütün radikal İslamcı örgütlerin –ki; silahlı ve silahsız- birbirleriyle organik bağlantısı olması ve hepsinin de yöneticilerinin kuyruklarının öncesinde veya sonrasında MOSSAD ve CİA bağlantısının olduğu gerçeği ve bu kadar büyük silah ve sermaye hareketlerinin, özellikle Ortadoğu’da; bu iki egemen gizli servisin konrolü dışında gerçekleşmesi, eşyanın tabiatına aykırıdır. Gerek Türk ve gerek diğer ülkelerin gizli servisleri, her zaman taşeron olmuşlardır. Bu nedenle, Türk gizli servisinin, özellikle son yıllarda; Ortadoğu için sürekli politikasını, felsefesini ve yapısını değiştirmesi de, yeni taşeronluk ilişkisi gereğidir. Özellikle II. Abdülhamit’ten bu yana, Ortadoğu’da emperyalizmin çıkarları ve işbirliğine hizmet etmeyecek; bağımsız bir otorite ve yapı ortaya çıkmamıştır ve çıkamaz da. Aksine, iletişim teknolojisinin gelişmesiyle; günümüzde denetim ve otokontrollerini daha da pekiştirmişlerdir.
Bu günkü yapı; emperyalistlerin istediği ve planladığı bir durumdur. İslam dünyasının kaynaklarının yok edilmesinden ziyade, geleceği yok edilmektedir. Artık, çatışmaların ve vahşetin artması ve iyice kaosa sürüklenmesi kaçınılmazdır. Ancak, kaos ortamında olaylar bir yerlerde emperyalist mühendislerin ve işbirlikçilerinin kontrolünden çıkabilir mi? Yani yurtsever aydınların, ortak aklında birleşme ve kuşatmayı ortadan yarma durumu. Nadiren de olsa, geçmişte bunun epey örneği var ama sürekli derinleşen ve kan gölüne dönüşen İslam coğrafyasında; şu durumda bir tahminde bulunmak güç. İçinde bulunduğumuz durumda, üç ay sonrası için bile bir kestirim yapmak zor. Bu günkü aynaya baktığımızda böyle bir umut yok. Genel olarak hiçbir yerde, aydınların birleşik ve güçlü bir hareketleri/örgütlü yapıları yok. Bu parçalılığın temel nedeni de; bütün İslam coğrafyasındaki radikal dinci/politik hareketlerin ve terörün bütün olduğu ve tek merkezden yönetildiğini göremiyor olmaları etken olabilir. Bu durumda, hem kendi coğrafyalarında örgütlenmeleri ve hem de bütün İslam coğrafyasındaki aydınların birbirleriyle ilişki kurmaları ve birlikte taktikler geliştirmelerinin zorunluluğunu kavrayamamış olmalarıdır. Bunun kavranmamış olması ve halen bu konuda bir adım bile atılamamış olması; ümitvar olmayı gerektirmiyor.
Çok şiddetli depremler, çok yıkıcıdır ama coğrafi değişikliklere de neden olur. Şimdilik Ortadoğu’da kaos ve vahşet derinleşecek ve iyice parçalanacaktır. Ancak özellikle 20. Yüzyıldaki parçalanmalar, Ortadoğu’da sorunların derinleşmesinden ve yeni çatışmalar, savaşlardan başka bir şey getirmedi. 21. Yüzyıl’da da yeniden bölünme ve parçalanmaların daha kötü sonuçlar getirmeyeceği de ortada. Her yüzyılda emperyalistler; Ortadoğu için, yeni bir şeriatçı deprem ve yeni bölünmeler ortaya koyarken; uygarlık, kalkınma, zenginlik, devrim, din adına toplumların emperyalist planın bir parçası olmaları ahmaklığı devam edecek midir? Yoksa birileri ahmaklık rolünden vazgeçip; ben bu oyunda yokum, uyanığı oynuyorum diyecek midir? Ya da Türkiye’dekiler; Osmanlı mezar taşlarındaki kıvrak ve silüs harfleri heceleye heceleye, derin bir felsefeye yol bulmaya devam mı edeceklerdir? Ancak kimse; mezar taşlarında ve tarihi kitabelerde geleceği bulamaz. Onların özünde de; emperyalizmin sıkı işbirliğinden başka bir anlam ifadesi yoktur.
Ya insani değerleri yeniden inşa ederek, kültürel çeşitliliğinin zenginlik olduğu bilinciyle birleşen bir Ortadoğu’yu inşa ederiz ve asıl düşmanın emperyalizm olduğunu bilinciyle tabi; ya da emperyalizmin kuklaları olarak birbirimizi yiyerek, bu coğrafyayı dünyanın en acımasız cehennemine çeviririz. İşbirlikçilikten vazgeçmek ve kuklalarının emperyalizme bağlı iplerini kesmek… Şimdilik olası gözükmüyor ama sonuçta zaman da insanların yarattığı soyut bir mevhumdur. Bütün bu soyut imgeler içinde, en somutu; insan zihniyeti ve onun çok da zaman ve mekana bağımlı olmadığı gerçeğidir. Bireysel eylemler bile genel zihniyeti hızla değiştirebilir, dönüştürebilir ve toptan kitleleri harekete geçirebilir. Zaten devrim dediğimiz zaman; çok ani ve toptan zihniyet dönüşümlerinin eylemliliğini anlatmış oluruz. Mevcut durumda bir devrimin koşulları ve nesneleri oluşmuştur ama sadece özneleri ve zihniyeti oluşmamıştır. Belki de Tunus, bir işaret fişeğidir. Tarihi boyunca hep aydınlanmanın, düşünce ve devrim önderlerinin yetiştiği, sol ve aydın hareketlerinin zinde olduğu bir coğrafyadaki değişim ve dönüşüm; İslam coğrafyasına öncü olur mu? Göreceğiz ama unutmayalım; devrimler çok ani gelişir. Hazır koşulları da olgunlaşmışken. Tarih bize gösteriyor ki; kaos ve umutsuzluk derinleşmeden, devrimci hareketler ortaya çıkmaz veya çıkmış olsalar da, başarılı olamazlar.
Ortadoğu’da emperyalizmi –ki; onun doğrudan verisi yobazlık vahşetini- yenmenin ve bu coğrafyayı birleştirmenin nesnel koşulları, hiç bu kadar oluşmamıştı. Sorun; Ortadoğu’nun aydınları ve sefil halkları birleşip özne olabilecek ve kendi koşullarını belirleyip, kendi kaderlerini yazabilecek midir? Çok umutlu değilim ama umutsuz da değilim. Gelecek mutlaka gelir ama kendi geleceğini belirleyemeyenlere, ancak tutsaklık ve sefalet olarak gelir.
                                                                            Mehmet BAYDAN
                                                                             29.12.14



26 Nisan 2015 Pazar

ÜÇKAĞITÇI KRALLIKLAR Mehmet BAYDAN

ÜÇKAĞITÇI KRALLIKLAR
Olayları, eleştirileri kişiselleştirmek, bütünü gözden kaçırmamıza ve sürekli bir kısırdöngüde kalmamıza neden olabiliyor ama genele gitmek için de; yerelden hareket etmek ve örnek verirken kısmileşme zorunluluğu doğduğu da kesin. Aslında her yönetici ve her makam sahibi, eleştiriye katlanmalı ve hakarete uğradığı durumlarda bile, olgunluğunu korumalıdır. Ancak, ülkemizde; yönetici olan herkes bir aziz veya peygamberdir! Ne özeleştiri yaparlar ve ne de eleştiriyi katlanırlar… Hele bizde; makamlarına göre herkesin bir de yasal dokunulmazlık zırhı vardır veya savcılar tarafından bir dokunulmazlık karinesi örülür zaten.
Geçen yıl, bir pazartesi sabahı evimin karşısındaki otobüs durağına çıktım. Bekliyorum, bekliyorum otobüs geçmiyor. Sonra mahallenin aşağısına gittim ve oradan otobüse bindim. Şoföre sordum, meğer otobüs güzergahını değiştirmişler ve bu yüzden birkaç durak iptal edilmiş! İnsan düşünmeden edemiyor; iyi de, en azından eski duraklara bu durumu bildiren uyarı yazısı konması gerekmiyor mu? Tabii işe bir saatten fazla geç kaldım. Elbette bu güzergah değişikliği de keyfi karar. Yani mahalle sakini olarak, en azından bana veya eşime bir anket sorusu veya basit bir refarandum yapılmışlığı yok. Başkanımız veya encümenleri öyle uygun görmüşler işte. Bir zaman sonra, yeni durakta bekliyorum ama bu sefer de yol yapım mı, başka bir nedenle yeniden güzergah değişmiş. Yine uyarı falan hak getire ve yine geç kaldım. Böyle üç dört defa değişti bu güzergah ve hepsinde aynı sorunu yaşadım.
Bunu, sorumlu belediyecilik anlayışı örneği olduğu için yazıyorum. Yani AKP, MHP, CHP, BDP falan fark etmiyor; halk koyundur ve elbet devletlüler doğrusunu bilir ve yaparlar! Sanki AKP’li belediyeler bütün işlerini taşeron ve müteahhitlere verip, onlarla kirli neo-liberal ilişkilere giriyor da, diğerleri farklı mı? Bu zihniyet kirliliği ve bu kirli ilişkiler her yerde aynı. Aynı despot kafa ve halkı bir sürü ve tebaa olarak görme anlayışı aynı. Aynı yalancılık, kirlilik, vıcık vıcık sermaye ilişkileri ve ufaktan sefillere sadaka dağıtma…
Ne önemi var ki; Çorlu, Tekirdağ, Terme, Konya, Diyarbakır veya Silivri… Bütün devlet kapıları yüzümüze kapalı ve bütün belediye başkanları ve etrafındakiler sahtekardır! Sorununuz olduğunda, devlet dairelerine gidecekseniz; AKP’den referansınız olmalı ama belediyelere gidecekseniz; müteahhitlerden, yoksa bir it gibi tekmelenip kovulursunuz! Ezbere konuşmuyorum, başıma geldiği için söylüyorum. 2012 sonlarıydı. Çorlu’da pansiyonda kalıyordum. Sık başıma geldiği gibi yine dolandırılmıştım. Bütün devlet kurumlarını dolaşıp, sadece iş bulana kadar kalacak yer istedim ama hiçbir misafirhanede yer yoktu! Son umut; belediyeye gittim. Bir engelli ve öğretmen kimliğimle, başkanla görüşmek istediğimi söyledim ama bunun; cumhurbaşkanıyla görüşmekten zor olduğunu o zaman anladım! Zorunlu olarak; sekreter ve güvenlik amirine durumumu anlattım. Para veya iş istemedim, sadece misafirhanede yer istedim. Amir bana; “bizim belediyenin misafirhanesi yok!” dedi. Ama en çok, beni ayakta bekletmeleri zoruma gitti. Çıkarken; “beyefendi, buyur otur diyebilir ve bir çay söyleyebilirdiniz!” dedim. O an, pis pis ve alaycı sırıtması söndü; “ya bi çay söyliyelim” dedi. “Ben söyledikten sonra bir kıymeti yok” dedim! Çıktım gittim.
Bu olaydan iki gün sonra, Sinop Mahallesi denilen yerden geçerken gözüme ilişti; “Çorlu Belediyesi Misafirhanesi” yazıyordu! Elbette dürüst insanlar, etrafındakileri dürüst olanlardan seçer. Bir vatandaşa yalan söylemek, kandırmak, alay etmek de kamu ve belediyecilik hizmetiyse; yazıklar olsun ve lanet olsun hepinize demekten başka ne diyebilirim ki? Elbette belediye başkanı, bundan benim haberim yok diyebilir ama bana bu muameleyi yapanlar, elbette herkese aynı davranıyor ve karaktersizliği devam ettiriyor demektir. Bu bir yöntem olmasa; en azından bana, şu sıralar misafirhanemizde boş yer yok diyerek; doğrudan inkarcı ve alaycı bir yol seçmezdi! Veya en azından, sekreter müdahale ederdi. Aynı görevliler ve aynı başkan devam ettiğine göre; aynı zihniyet devam ediyor demektir.
Bir reklam vardı eskiden: “Yok aslında birbirimizden farkımız, biz Osmanlı Bankasıyız” diye. Örgüt, parti fark etmez; bütün yöneticiler hala Osmanlı zihniyeti ve herkes despot! Sonuçta herkesin üçkağıtçı bir krallığı var. Bizler; nasılsa kuyruğumuzu kısıp çıkarız bu kapılardan.
Mehmet BAYDAN

15 Mart 2015 Pazar

KAYBETTİK SAYIN AHMAKLAR Mehmet BAYDAN

                                              KAYBETTİK SAYIN AHMAKLAR

Ahmaklığın temel belirtisi; durumunun farkında olamamaktır. Elbette bu çok komplike bir olaydır. Durum farkındalığı yoksa; çözümleme de yoktur, pratik akıl da yoktur, düşünce de yoktur, olaylar ve etkileri konusunda bir bağlantı kurma ve hatta kazanç ve kayıplarını değerlendirebilme yeteneği de yoktur… Bütün kahramanlar, iyi birer ahmaktır! Niye, kim için ve kimin yararına olduğunu bile düşünmeden hayatını feda ederler. Bu konuda cuk oturan bir fıkra vardır. Anadolu’dan bir ağa İstanbul’a gitmiş. Elbette İstanbul’a gelmişken, bir hamam sefası yapmak istemiş. Yatmış göbek taşına, çağırmış bir tellak. Elbet tellak kurnaz, bakmış kelli felli bir ağa, yani parayı salacak… Bir kese, bir masaj en kralından. Mest olmuş ağa. Sonra da sormuş; “Ağam, iç kese de yapayım mı?” diye. “Yap, yap sen güzel yapıyorsun” demiş. İç kese dediği, yani dayanmış ağaya makattan! Daha bir mest olmuş ağa. “Ulan, bizim melmeket melmeket mi; şimdi bir hemşerim görse diyecek; lan bu tellak, bizim ağayı siki! Halbuki adam iç masaj yapi” demiş. Elbette paraya boğmuş tellağı.
Elbette ahmaklık böyle bir şeydir. Yani tecavüzcüsüne acır, çok emek harcadı adamcağız diye, cebindeki bütün parasını verir. Yani her ahmak, tecavüzcüsüne hayrandır, aşık olur… Bir ahmağın iyiliğine bir şey söyler veya onu uyarmaya çalışırsanız; size düşman olur, işini bozduğunu söyler. O nedenle, bu günkü tüm meclis içi ve dışı muhalefete yanlış yaptıklarını ve ahmak olduklarını söylememek lazım. Çünkü ahmaklığın temeli, inanmışlıktır, imandır… İnanmış insan; beynini kullanamaz, düşünemez, sorgulamaz ve hep ezberinden gider… Onları uyandırmaya çalışısanız, bütün hınçları ve güçleriyle size saldırırlar! Örneğin; bir Tayyipçiye, Tayyip’in üçkağıtçı ve yalancı olduğunu söylerseniz: sizin ona iftira atan bir Mason olduğunuzu söyleyerek, sizi diğer Tayyipçilerle birlikte linç edecektir! Ya da bir CHP’liye; Kemal’in aptal, Deniz’in Tayyip işbirlikçisi hain olduğunu söylerseniz: anında sizi linç edeceklerdir. Aynı şey Kürtler için de geçerlidir. Apo’nun bir MİT ajanı veya Kürt siyasal hareketinin de, düzen işbirlikçisi piyonlar olduğunu söylerseniz; sizin ajan ve provakatör olduğunuzu söyleyerek, sizi yok edeceklerdir…
Şimdi halk olarak muhalif, devrimci, ilerici, uygar veya başka sıfatlarla ortalıkta dolaşan bütün ahmak genele ahmak olduklarını ve kaybettiklerini söylememeliyiz. Çünkü bir ahmak; asla kaybettiğinin ve kazandığının farkında olamayacak kadar durum muhakemesi/ durum farkındalığı bilincinde değildir. Ahmaklar, her zaman büyük bir değer olduklarını ve bir gün değerlerinin anlaşılacağını düşünürler. Onun için hep; ben söylememiş miydim, ben biliyordum/ben biliyorum zaten derler. Ahmaklar her şeyi bilirler, her şeyden emindirler, her şeyi çözmüşlerdir, sonsuz ümitvarlardır, nihai zaferin hakları olduğuna sonsuz inanırlar… Emin olmak ve değerinin anlaşılacağına inanmak ve de bir gün mutlaka takdir edileceğini bilmek, yani Mesihlik; temel ahmaklık göstergesidir. Her ahmak kutsaldır, kutsal kurtarıcıdır, halkının ve dünyanın geleceği ona bağlıdır. Çarmıhta can verirken, insanlığı acılardan kurtardığına inanmak ve kendi hastalığına çare bulamayacak kadar çaresizken ve sapkın Ömer’i dizginleyemezken bile; tüm insanlığı kurtardığına inanmaktır. Her peygamber bir kahraman, her kahraman bir ahmak ve her ahmak kendi çapında bir peygamberdir!
İmdi gelelim; toptan ahmaklığımızı tescilleyen ve kaybettiğimizin nerede başladığına: Bu ülkenin en önemli heykeltıraşlarından birinin bir yapıtı vardı ve çok anlamlıydı. Onu anlamlı kılan, verdiği barış, kardeşlik, dayanışma, sevgi ve hümanizmden çok; tam da Ermenistan sınırında bulunmasıydı. Adı da ne kadar mükemmeldi; “İNSANLIK ANITI”. Aslında dünyanın en önemli yapıtıydı. İnsanların ve halkların kardeşliğini, barışı temsil eden ve belki de; verdiği mesaj açısından, dünyanın en önemli yapıtıydı. Burada tarihçi olmayan veya tarihi sürekli saptıran faşistlerden öğrendiği için ve bir tarihçi olarak hatırlatmak isterim: Doğu Anadolu’nun binlerce yıllık tarihi adı; Batı Ermenistan’dır. Güneye doğru inince Kürdistan’tır. Örneğin bir Kilikya ve Kilikya Ermenileri vardır. Örneğin bir Lazistan vardır. Örneğin bir Gürcistan vardır ve bunları Herodot’tan, Amasyalı Strabon’a ve hatta Herodot’a kadar iz sürebilirsiniz ama gerek yok; gidin TBMM tutanaklarına bakın ve binlerce yıllık kayıtlarda yer aldığı gibi o coğrafyaların adlarını ve mebus isimleriyle birlikte görürsünüz. Bu yüzden barış, hümanizm, kardeşlik, dayanışma, eşitlik, dayanışma ve saygının anlamı; Ermenistan sınırında daha bir anlamlıdır.
Bu gün Haziran eylemcilerine veya işçi eylemcilerine Tayyip ve şürekâsı, bol keseden “VANDALİSTLER” diye haykırıyorsa haklıdır. Dibine kadar haklıdır. Çünkü bir sanat eserinin parçalanması ve sanata her hunharca saldırının adı Vandalizmse ve bu Vandalizm; dönek, yalama, çıkarcı, ahlaksız, faşist, ilkesiz ve de koltuk için domalan Ertuğrul faşistinin kültür bakanlığında yapılmış ve de bütün muhalifler tarfından sindirilmişse, direnilmemiş, o anıt can pahasına korunamamışsa: Toptan Vandalist, ahmak, işbirlikçi, yalak, şerefsiz ve alçaksınız!... İmdi; Atatürkçüyüm, laikim, uygarım, ilericiyim diye meydanlarda dolaşanlar, sosyal medyada fink atanlar: Kaybettiğinizi, tecavüze defalarca uğradığınız halde bilincine varamayacak kadar ahmak olduğunuzu ve artık namusunuzu, onurunuzu, ırzınızı kaybettiğinizi bile algılayamayacak kadar gerzek olduğunuzun bilincine varamadığınız için, sürekli kaybetmek zorunda olduğunuzun bilincine varamayacaksınız! Yazık kaybettiniz ama İNSANLIK ANITI PARÇALANDIĞINDA KAYBETTİNİZ. KAZANAMAYACAKSINIZ, ÇÜNKÜ KAYBETTİĞİNİZİ ALGILAYAMAYACAK KADAR BİLİNÇSİZ OLDUĞUNUZ İÇİN. Sizin sefilliğinize o kadar acıyorum ki; yüzünüze ve üstünüze tükürmek bile istemiyorum! Çünkü örgütleriniz, sayfalarınız, videolarınız tamamen maniplasyoncu, kontracı Tayyip, MİT, Emniyet ve derin devlet ajanıyla dolu. Sizler hala ama ısrarla Atatürk’ün mezarından dirilmesini ve yönetime el koymasını bekleyen ölü sevicilersiniz ama şayet Atatürk o anıttan dirilirse; önce sizinle hesaplaşacaktır! Size acımaktan başka bir şey gelmiyor elimden be ya. Adlarınızın başına TC koyuyorsunuz ama hiçbir resmi binada TC ambleminin kalmamasını engelleyemiyorsunuz. Sonra Çankaya’nın bütün rumuzları sökülüyor ama siz hala Atatürk adına onlarca sitede gırgır yapıyorsunuz. Yakındır; Çankaya köşkü genelev işletmesi olur ve sizler de; Atatürkçülük adına ama MİT ve Emniyet ajanlarıyla birlikte, Atatürk baskılı peçeteler dağıtırsınız müşterilere! Gerçi şimdi de kükreyen paşalar, yalama ve ahmak kahramanlarla, kağıttan kaplan ulusalcı ama özünde faşist kağıttan kaplanlarla ama mücadele adına yaptığınız şeyin sermaye ve emperyalizm pezevenkliği olduğunu anlamayacak kadar ve de ahmaklıklarına hayret ettiğiniz Tayyip şürekâsında daha da ahmaklaştığınızın farkında olamayacak kadar AH-MAK-SI-NIZ!
Uyanın millet; Tayyip size iç kese yapıyor! Üzgünüm ama açık konuşmak zorundayım. Aslında hemşerileriniz haklı; sizi bu tellak, hem siki ve hem de paranızı ali ve paralarınızla servet yapi… Domalmak, kendinizi düzdürmek, düzülmekten zevk almak hoşunuza gidiyorsa amenna ama lütfen ama lütfen; mücadeleden, zaferden, umuttan veya sizden az ahmak olanları aşağılamaktan, kendinizi bir yerlere koymaktan, vatan-millet, Kemalizm edebiyatı yapmaktan vazgeçiniz. Rica ediyorum, dostça söylüyorum; çünkü maskaralaştınız ve çok Ekmeletleştiniz, çok Sarıgülleştiniz, çok Kılıçdaroğlulaştınız, çok Baykallaştınız, çok EÜTleştiniz, çok Gürselleştiniz, çok Erbakanlaştınız, çok Saadet Partileştiniz, çok Erbakanlaştınız, çok dincileştiniz, çok yobazlaştınız, çok emperyalist-liboşlaştınız, çok taklitçi, çok ama çok tacavüzcünüze hayran oldunuz ama kendiniz olmayı unuttunuz, ne olduğunuzu, ne amaçladığınızı unuttunuz… Yani kimliğinizi kaybettiniz, köşeniz kalmadı, kökünüz kalmadı; yusyuvarlak oldunuz ve o yüzden gelen vuruyor dibinize, yuvarlanıp gidiyorsunuz… Sonra tribünler goool diye haykırıyor ve sizler birer top olarak gurur duyuyorsunuz, alkışlandığınızı zannediyorsunuz ama skor Tayyip’e yazılıyor ve hep o gol kralı oluyor. Çünkü toplar yuvarlanır, toplar nesnedir ve nesne skor tayin edemez; nesne aktör olamaz ve bir topun kaderi hep tekmelenmek ve hep yuvarlanmaktır. Bir top; eylem başlatamaz ve başlatılan bir eyleme de müdahil olamaz. Her golden sonra, orta yuvarlağa dikilen bir yuvarlak nesnedir, o kadar. Bizim tribünlerimiz de çok küfürbazdır. Hep bir ağızdan; “topunuzu sikim” diye haykırırlar. Oyunun durmasının tek koşulu; topun patlamasıdır ama Tayyip patlak muhalefet toplarıyla oynamayı sevdiği için; bu ülkede oyun durmaz ve Tayyip bu patlak toplara acımadan vurmaktan kendini alamaz. Meclis içi ve dışı; bu patlak ve ahmak toplar topluluğu da, fıs fıs gaz çıkarmaktan başka işe yaramaz.
Galiba makara yine başa sardı. Sonuçta alaturka demokrasi, 1876’dan beri sar sar çöz ve yeniden despotizme dön muhabbeti. Çünkü temel hata; 16 Türk devletinden söz edeceksek; on altısını da Türkler kurmuşsa, hepsini Türkler yıkmıştır. Her ne kadar başkalarını sömürmüş ve öldürmüşsek de; en fazla birbirimiz yemişizdir. Öyleyse nerede yanlış yaptık? Tarihte bütün Türk devletlerini yabancılar yönetmişken –Osmanlının “millet-i sadıka”sı Ermenilerse- neden Cumhuriyet’ten sonra; bir Türk devletini Türklerin yönetimine bıraktık? “Her Türk asker doğar” yani kelle keser, haraç keser, katliam yapar ama yönetemez! Binlerce yıldır barbarlıktan uygarlığa geçememiş ve hiçbir zaman yönetememiş ve asla özgün kültür ve uygarlığı olmamış bir toplama halklar topluluğu; ne kadar zorlanırsa zorlansın ve ne kadar rol yaparsa yapsın: eninde sonunda barbar ve despot özüne dönmek zorundadır! İnkarcılıktan vazgeçelim ve bir dakikalığına aynaya bakalım: IŞİD, EL KAİDE, EL NUSRA, Humeyni fanatikleri veya Boko Harama veya başka fanatik Selefiler veya Türk DİYANET’i, imamları, ilahiyatçıları, Tayyip’i, güruhu, şeyinin kılları, taraftarları, MGT’lileri, tarikatları, cemaatları ve sıradan dincileri veya herhangi bir Türk Sünnisi; ne kadar ama ne kadar kelle kesmeden, linç etmeden ve ne kadar vahşetten, katliamdan, sübyancılıktan uzak? Ekmekçi Ekmeleddin, Tayyip ve Apo’nun arasında ve hatta birbirine düşman Apo ile Bahçeli ve hatta Pamukoğlu Paşa, İlker Paşa, EÜT arasında ne vahşet ve faşizm farkı var ki?
Daha 3-4 yaşındaki çocuklarını bile sokakta, belediye otobüsünde tokatlayan anne ve babaların çoğunlukta olduğu ve bu şiddete kimsenin müdahale etmediği; 11-12 yaşındaki çocuklarını bile evlilik adı altında tecavüze kurban veren gavat bir toplumda ve de kesintili zart zurt adı altında, çocukların okuldan koparılıp sermayeye veya tecavüze kurban verildiği bir gavat hükümet yönetiminde ve de binlerce çocuğun hapishanelerde sürekli tecavüz ve işkenceye kurban verildiği ve de ıslahevi adı altında pezevenklik ve işkenceyle çocuklarımızın hayatının karartıldığı ve de çocuklarımızın bizzat Tayyip emriyle sistematik olarak polis tarafından katledildiği bir ülkedeysek: parlamentoda muhalefet diye bekleyip ama emperyalizmin Tayyip’i gözden çıkarıp kendilerine iktidar bahşedeceğini ama hiçbir akılcı kaynak, planlama ve proje sunmadan ama Tayyip düzeninin iflas edip, çökmesine umut bağlayarak ama ve ama; ısrarla her seçime sadece bayrağı temsilen giren ve ama laçka iktidarın başarısız kılçıksız sömürüsünü bile lehine çeviremeyen ve hatta; kendi başınayken bir yürüyen merdiveni bile kullanamayan ve hatta ve hatta, hayatında tak bir defa yumruğunu masaya parti içindeki muhalefeti için vuran ve uzun parmağını boşluğa sallayan, Tayyip’ten fazla dincileşerek iktidar olacağını zanneden amma lakin, iktidar olunca muktedir olamayacağını kavrayamayacak kadar ahmak, Tayyip’ten daha dinci, gerici ve şeriatçı Ekmeleddin’le cumhurbaşkanlığı seçimini kazanacağını zannedecek kadar ahmak bir Kemal KILIÇDAROĞLU varsa ve de kürsüden böğürüp böğürüp kement sallayan ama kementleriyle eşek bile yakalayamayan kovboy Devlet Hazretleri ve de elbet gece gördüğü rüya ve gündüz yaşadığı hayat arasındaki gerçekliği bile fark edemeyecek, 3-5 PKK çapulcusuyla Kürdistan kurduğunu zanneden ve sadece faşist Kürt milliyetçiliği, sermaye yardakçılığı ve de rant yatırımıyla Kürt sefillerini kurtaracağını zanneden cengaver Selahattin varsa: Elbet Tayyip daha çok iktidar ve daha çook çook başkan ve daha çoook çooook sultan, diktatör, halife ve Türkiye’nin yegane Allah’ı olur!
Hiç yakın tarihe girmeyelim; çünkü bu halk/halklar bir gün öncesini bile hatırlamaz. Toptan sazanız nasılsa. Çoktan unuttuk, Soma Katliamı’nı. Ve şimdi bakacağız seçim sonuçlarına; o tazminatlarını alamayanlar ve yüzlerce evladını kurban verenler de AKP’ye dolu dolu ve bir torba bulgura oy verecek. Elbette hemşerileri Bülent’i bir torba bulgur almak için bağırlarına basacaklar. Ermenek’te de AKP’nin aldığı oyları göreceğiz. Öncelikle evlatlarını kurban verenler mührü AKP’ye basacak. Hangi fabrikaya gittiysem; bana önce işçiler ve asgari ücrete çalışan işçiler AKP ve Tayyip propagandası yaptı. Hatta bir işçi, mahalle imamlarının Samsunlu olduğu için, Samsunluları çok sevdiğini söyledi bana. Elbette imamın telkinleriyle, çocukların ana sınıfında ve de konuşmaya başlar başlamaz din eğitimi alması gerekliliğinden bahsetti bana. Bir Samsunlu ve aydın olarak; bu dinci ve sahtekar imamları sevmediğimi, din eğitiminin ahlak ve namusu bozduğunu, bütün imam ve ilahiyatçıların sahtekar birer emperyalizm maşası olduğunu söylediğimde; gözleri fal taşı gibi açıldı işçi kardeşimin. Yani bir Samsunlu olarak; benim dindar bir sülük olmadığıma şaşırdı. “Bak kardeş; elindeki fanzinleri ben kendim ürettim ve buradan aldığım asgari ücretle bastırdım. Senin imamın ne üretebilir ve bizim aldığımızın misli misli ücreti alırken, sizin için ne maddi fedakarlık yapabilir? Her Cuma ve bayram namazlarında sizin önünüze sergi açmak ve Kuran öğretiyorum diye karılarınızı düdüklemekten başka ne yapar?” dedim. Ama  ama demeye başladı. Bırak bu işleri, ben dört yaşında başladım din eğitimine ama karım illa Kuran Kursu’na gideceğim deyince serbest bıraktım, görsün diye yüzlerini. Daha ikinci günden benim karıma asılmaya başladı, çocukluk arkadaşım imam efendi, güzel kardeşim bana anlatma dedim. Bak, cumhurbaşkanın imam, bakanlar imam, valiler, müdürler imam ama imamlar yönettikçe, arttıkça ahlaksızlık, fuhuş, uyuşturucu, yolsuzluk, yoksulluk, cinayet, katliam, sefalet ve musibetler artmıyor mu dedim. Sonunda yutkunmaya başladı. Her cami ve her imam ahlaksızlığın daha pervasızlaşmasından başka işe yaramaz! İşte gitti bir ahlak tanımaz şerefsiz cumhurbaşkanınız ve geldi daha ahlaksız bir cumhurbaşkanı sultanınız. Sonuçta imamlar ve her imam; ahlaksızlığın ve insanlık dışı değerlerin daha pervasız noktasıdır!
Onur, namus, erdem, ahlak kavramları hiçbir zaman ve hiçbir zaman; İslam’la, Sünni İslam’la ve hele Selefi İslam’la hiç bağdaşmamıştır! Elbet Şia da boşuna kendine pay çıkarmasın; Ali, Muhammet’in beyinsiz bir fedaisinden başka bir şey değildir ve Zülfikar’la Muhammet’in emrettiği kelleleri kesmekten başka icraatı olmamıştır. Elbette ona atfedilen bütün özlü sözler, Muhammet hadisleri kadar uydurmadır. Yüzlerce kelleyi uçuran bir gönüllü fedai, düşünce üretemez. Zaten o yüzden, iktidar olamamıştır, çünkü çok fazla düşmanı vardı ama lütfen bunu mağduriyete dönüştürmeyin. Çünkü her mağduriyetten faşizm doğuyor. Tarih boyunca ve günümüzde de epey Şii iktidarlar var ve maalesef, hiçbiri zorbalık ve despotizmde Sünniliği aratmamıştır ve aratmıyor. Ahlak, asla dinle ilişkilendirilemez ve hele İslam diniyle ahlak, etik ve insani değerler asla ve asla bağdaşamaz. Onun için ilahiyatçı ve imamları camilere hapsetmek, toplumdan ve medyadan uzaklaştırmak sorunluluğu ortaya çıkmıştır. Ya da devam: dünyanın en niteliksiz eğitimi, en ahlaksız toplumu, yolsuzluk, rüşvet, gelir dağılımı bozukluğu, faşizm, ayrımcılık, baskı, işkence, zorbalık, cinayet, iş kazaları, sömürü, dolandırıcılık, mutsuzluk endekslerinde dünya şampiyonluğu! Din eğitime, topluma ve hayata nüfuz ettikçe gelen enler bunlar. Elbette nitelikte yakalayacağımız bir en yok ve olamaz da.
SIRİZA’ya değinmek gerekirdi ama gerek yok. Üç sosyalist parti birleşmiş ama epey uzun süreli bir hareket. Yani adım adım buraya gelmişler. İspanya, İtalya, Bulgaristan, Portekiz ve hatta birçok Ortadoğu ülkesi için iyi bir model olabilir ama Türkiye’ye uymaz. Zaten bizde sol da, sağ da despot ve faşizandır yani. Sosyalist geçinenlerin büyük çoğunluğu, zaten Stalinist veya Maoist dikatatör yöneticilerden oluşur ve bizde zaten solcu örgüt yöneticilerinin çoğunluğu MİT veya Emniyet ajanıdır. Bu yüzden birbirlerini yemek, parçalamak ve güç kazanan sol partileri bölmek üzerine –ki; doksanlarda ÖDP ve geçen yıl TKP ama aynı Ufuk Uras ekibi ve aynı taktiklerle- mücadele ederler. Zaten sol partiler; başıboş serserileri, aylak ve boşluğa düşmüş öğrencileri ve burjuva sergerdeleri 2-3 yıllığına örgütlemek ve aynı despotları ölesiye yönetici firavun ilan etmekle ve de halen legal siyasi parti olduklarını unutup, kendi kendilerine hücre tipi ve halktan kopuk mahzenler inşa etmekteler. Sorsan hepsi işçi, emekçi ve proleterya diktatörlüğünden yanadır ama hiçbir sosyalist partinin, ondan fazla örgütlediği işçi yoktur! Zaten sosyalist parti örgütlerinden iş-güç sahibi olan doğru dürüst biri de yoktur. Çoğunca mücadele adı altında, komitelerdeki muhbirlerin; örgüt içinde sivrilenleri istihbarata gammazladıkları bir emniyet ve derin devlet işbirlikçiliğinin egemen olduğu tuhaf bir yapı. Örneğin bendeniz; şimdi iki ayrı parti olarak devam eden ama öncesinde bir TKP üyesi olduğum halde, komitedeki ajanlar tarafından, emniyet istihbarata gammazlanmış ve işkence görmüş bir mağdurum. Yani bu örgütlerde dürüst, üretken ve onurlu olmak da hedef haline gelmenize neden olabiliyor. Örneğin gerek Kemal OKUYAN ve gerekse Metin ÇULHAOĞLU’nun müthiş ve örgüt üstü egoları var ve zaten bu nedenle TKP’yi parçaladılar. Geçmişte ÖDP veya öncesinde diğer sol partilerin başına gelen de aynı şeydir. Tüzüğe bakınca, her şey mükemmel ve özgürlükçüdür ama içine girince; muazzam bir diktatörlükle karşılaşırsın. Yani AKP kadar yobaz ve sulta diktatörlüğü vardır. Hiç eleştirmemek ve diktaya boyun eğmek sorundasındır ve bunun adına da; parti disiplini derler. Tüzük hiçbir zaman işlemez, her şey yukarıdan aşağıyadır. Kimse üye ve taşra komite kararlarını okumaz ve dikkate almaz. Bunları yaşadım, yoldaşlarım tarafından emniyet istihbarata satıldım ve iki yıldır ne bir destek ve ne de defalarca söz verildiği halde, hukuki bir destek bile alamadım. Ancak halen aynı muhbir ve işbirlikçiler, her iki partide de taşra ve merkez komite de görevlerine devam ediyor.
Yunan iktidarı, temelinde üç partili bir birleşmedir. Yani 3-4 partili bir birleşme veya seçim ittifakı olabilir ama şu an Türkiye’de yirmi civarında sosyalist parti var. Daha tuhafı; bu kadar patinin örgütlü üyesi de on bini bulmuyor! Üstelik üyelerinin ekseriyeti de işçi veya proleter değil ama temel sorun; bu kadar çok parti birleşemez veya en azından seçim ittifakı yapamaz. İki gün önce, ÖDP genel başkanı Alper TAŞ’ın uzun bir röportajını okudum. CHP, HDP ve ÖDP seçim koalisyonuyla AKP’nin devrilebileceğini söylüyor. Hadi ÖDP’yi sol sayalım –yani her ne kadar yarı sosyal demokrat ve yarımcık Marksist söylemi nedeniyle- ama CHP ve HDP’yi neresinden sol sayacağız? Bu bir sol ittifak değil ama sadece AKP’yi devirme ittifakıdır. Geçtiğimiz seçimlerde de Perinçek; CHP-MHP-İP ittifakı demişti ama itibar eden olmamıştı. Yani Alper TAŞ’ın önerisinin de bir farkı yok zaten. İyice sağa ve dine kaymış bir CHP ve iyice dincileşmiş ve liberalleşmiş bir Kürt milliyetçisi HDP. Bu durumda, HDP’yi çıkartıp, Türk milliyetçisi MHP’yi ve peşine İP’yi eklesek; özünde ne değişir? Ama unutulmamalı ki; SIRİZA da, çok Marksist veya sosyalist bir parti değildir ve örneğin; komünist parti yerine, aşırı sağcı bir partiyle koalisyon kurmuştur. Ancak özünde bir program, plan ve bunlar için kaynak açıklamış ve ciddiyeti olan bir partidir. Şimdi meclis içi veya dışındaki partilerin; ciddi bir plan, proje, kaynak programı ve inandırıcılığı yoktur. Herkes AKP’yi taklit ederek ve bol keseden söylem popülizminden öte; yapacaklarının maliyeti ve bu maliyetler için nasıl bir kaynak yaratacaklarını açıklama ciddiyetinden halen uzaklar. Ancak SIRİZA; programını açıklarken maliyetlerini ve bunun hangi kaynaklardan karşılanacağını da açıklamıştı. Ancak yine de; içinde Marksistler olsa da, tam bir Marksist veya sosyalist parti olmadığı da ortada. Sanki doksanların başlarındaki SHP gibi bir sosyal demokrat parti diyebiliriz. Sonrası bizim Deniz; o partinin içine ederek tasfiye etmiş ve kendi koltuk sevdasına, AKP ve Tayyip’in yolunu açmış ama utanmayı ve ahlaklı olmayı bilmediği için, halen milletvekili olarak ortalıkta dolaşmakta ve yine bir yolunu bulup partiyi ele geçirme fırsatçılığıyla ortalıkta şey gibi dolanmaktadır. Nasılsa bu ülkede, kimse kimseye ihanetin bile hesabını sormaz.
Elbette SIRİZA, çok önemli bir dalgadır ve umuttur. Başarılı olursa; elbet tek başına iktidar olabilir ve zamanla daha sola da kayabilir. Tersi olup, iyice yavşak bir sosyal demokrat ve hatta liberal bir parti de olabilir. Bunları konuşmak için erken ama bize uymaz. Çünkü bu ülkede sosyal demokrat bir parti yok. Gerçi liberal, muhazakar parti de yok. Sosyalist partiler ise –yani söylemde haddinden fazla çok ve hatta sayısız. Eh bu kadar çok sayıdaki partinin ne tabanda ve ne tavanda birleşmesi ve bir seçim ittifakı yapması, pratik olarak olanaksız. Öncelikle tabandaki benzerlerin birleşmesi ve en azından sosyalist partilerin beşe kadar düşmesi zorunluluğu vardır. Ondan sonra birleşme veya ittifaklar söz konusu olabilir. Elbette bunun için, Stalinizm ve Stalinist diktatörlükten ve tek tipçi Cumhuriyet zorbalığından sıyrılmak şart. AKP ve legal parlamento partilerini teslim almış ben-merkezci, dayatmacı zorbalık ve yobazlık, maalesef ve maalesef sol partileri de teslim almış durumda. Bu durumda söylemden ziyade, kafaları değiştirmek, düşünce geliştirmek, eleştiri/özeleştiriye açık olmak, halka açılmak ve onları anlamaya çalışmak çok önemli. Siyaseti cepheleşmek olarak ve cephelerle ayrışmak olarak ve hep ayrık olarak kendini kodlamak yerine; cepheleri yarmak, empati kurmak, sevgi ve saygıyla duvarları delmek olarak algılamak gerekli öncelikle. Şimdiye kadar solculuk adına, kendilerini marjinalleştiren ve örgüt içi ensest ilişki geliştirmekten başka bir iş yapamadıklarının farkına varmalı solcular. Sorunun; halkın kendilerini anlayamaması değil de, kendilerinin halkı anlayamaması ve halkı dinlemediklerinin ve empati özürlü olduklarını anlamaları gerekiyor. Elbette katı bir Jakobenizm, yarar sağlamaz ve halkla anlaşmanın ve onlarla iletişim kurmanın yolunu solun bulması ve bu konuda kendini geliştirmesi gerekiyor. Daha doğrusu solun, Marksizm’in bir at gözlüğü olmadığını ve siyasetin bir at yarışı olmadığını anlaması gerekiyor.
Elbette toptan parlamentoyu boykot etmek, faşizmle gerektiğinde sokak mücadelesi, direnişler veya toptan seçim boykotları gibi birçok yöntem vardır. Seçim ve sandık, asla tek enstrüman değildir. Halkı örgütleyebilmek, algı operasyonlarını tersine çevirebilmek, kitlelerle hareket edebilmek; elbette seçim öncesi veya sonrasında da meşruiyet kazanmak veya hileli meşruiyetlerle iktidar olanları düşürebilmeyi olanaklı kılar elbet. Ancak bu tamamen örgütlülüğün taban desteğiyle doğru orantılıdır. İktidarı değiştirmek veya düşürmek; tamamen halk muhalefetinin çoğunluğuyla ilgilidir ancak, halk; bir iktidarı değiştirme iradesi göstermeden önce, iktidar için güvenilir bir yapı arar. Türkiye’nin sorunu da; yirmi yıldır güvenilir bir parti veya örgüt olmamasındandır. AKP, sadece mevcut boşluğu iyi kullanmıştır. Bunun ötesi; Arap Baharı veya Turuncu Devrimlerde gördüğümüz gibi kaostur. Yoksa Haziran Eylemleri’nde de, AKP iktidarını devirecek gücü olduğunu gösterdi bu halk. Çok büyük kayıplar da verdi ama ülkeyi yönetecek bir parti veya örgüt görmediği için çekildi. Şimdi Haziran goygoyculuğu yapan sol partiler, kendilerini Haziran’ın önderi gören devrimcilerden karikatür bile olmaz! O nitelik ve yeterlilikte olsalardı, zaten halk onları iktidara kendisi yerleştirirdi.
Sol Cephe, Haziran’ın hiçbir yerinde ve hiçbir cephesinde olamamış ve iflas etmiştir. Yine kendini bir yerlere koymak ve kendi kendilerini önder ilan etmek isteyen bir gurup marjinal güruh; BİRLEŞİK HAZİRAN HAREKETİ, diye bir tuhaf ve burjuva sergerdieriyle ve ama söylem teoriğinden başka sermayesi olmayan kopuk bir otuzbir hareketi manifest harakiriden öte anlam taşıyamaz. Ancak, artık söylem sömürüsünü de, aşırı ajite ettikleri için son mermilerini namluya sürdüklerini bilmeliler. Bu sefer de başarısız olurlarsa –ki; şimdiye kadar hep fiyasko oldu sonuç- halkın nefretini ebediyen solun üstüne çekmiş olacaklardır. Böyle masa başı ve Tayyip’in akilleri misali, kendilerini 300-500 kişilik salonlara hapsedip ve hep aynı kişilerle komiteler oluşturup ve hep aynı sloganlarla kendilerini pohpohlamak yerine; halk arenasına inmek ve halkın içinde olmak elzemdir. Zaten hiçbir devrim; salon toplantılarındaki nutuklarla gelmedi.
Türkiye için henüz umut yok. Bu muhalefetten de, bir çük olmaz! Yerli malı kullanalım ama yöneticilerimiz ithal olmalı. Kesinlikle; Türkiye’yi Türkler yönetmemeli.
                                                                              Mehmet BAYDAN

                                                                                04.02.15

KAYBETTİK SAYIN AHMAKLAR Mehmet BAYDAN

                                              KAYBETTİK SAYIN AHMAKLAR

Ahmaklığın temel belirtisi; durumunun farkında olamamaktır. Elbette bu çok komplike bir olaydır. Durum farkındalığı yoksa; çözümleme de yoktur, pratik akıl da yoktur, düşünce de yoktur, olaylar ve etkileri konusunda bir bağlantı kurma ve hatta kazanç ve kayıplarını değerlendirebilme yeteneği de yoktur… Bütün kahramanlar, iyi birer ahmaktır! Niye, kim için ve kimin yararına olduğunu bile düşünmeden hayatını feda ederler. Bu konuda cuk oturan bir fıkra vardır. Anadolu’dan bir ağa İstanbul’a gitmiş. Elbette İstanbul’a gelmişken, bir hamam sefası yapmak istemiş. Yatmış göbek taşına, çağırmış bir tellak. Elbet tellak kurnaz, bakmış kelli felli bir ağa, yani parayı salacak… Bir kese, bir masaj en kralından. Mest olmuş ağa. Sonra da sormuş; “Ağam, iç kese de yapayım mı?” diye. “Yap, yap sen güzel yapıyorsun” demiş. İç kese dediği, yani dayanmış ağaya makattan! Daha bir mest olmuş ağa. “Ulan, bizim melmeket melmeket mi; şimdi bir hemşerim görse diyecek; lan bu tellak, bizim ağayı siki! Halbuki adam iç masaj yapi” demiş. Elbette paraya boğmuş tellağı.
Elbette ahmaklık böyle bir şeydir. Yani tecavüzcüsüne acır, çok emek harcadı adamcağız diye, cebindeki bütün parasını verir. Yani her ahmak, tecavüzcüsüne hayrandır, aşık olur… Bir ahmağın iyiliğine bir şey söyler veya onu uyarmaya çalışırsanız; size düşman olur, işini bozduğunu söyler. O nedenle, bu günkü tüm meclis içi ve dışı muhalefete yanlış yaptıklarını ve ahmak olduklarını söylememek lazım. Çünkü ahmaklığın temeli, inanmışlıktır, imandır… İnanmış insan; beynini kullanamaz, düşünemez, sorgulamaz ve hep ezberinden gider… Onları uyandırmaya çalışısanız, bütün hınçları ve güçleriyle size saldırırlar! Örneğin; bir Tayyipçiye, Tayyip’in üçkağıtçı ve yalancı olduğunu söylerseniz: sizin ona iftira atan bir Mason olduğunuzu söyleyerek, sizi diğer Tayyipçilerle birlikte linç edecektir! Ya da bir CHP’liye; Kemal’in aptal, Deniz’in Tayyip işbirlikçisi hain olduğunu söylerseniz: anında sizi linç edeceklerdir. Aynı şey Kürtler için de geçerlidir. Apo’nun bir MİT ajanı veya Kürt siyasal hareketinin de, düzen işbirlikçisi piyonlar olduğunu söylerseniz; sizin ajan ve provakatör olduğunuzu söyleyerek, sizi yok edeceklerdir…
Şimdi halk olarak muhalif, devrimci, ilerici, uygar veya başka sıfatlarla ortalıkta dolaşan bütün ahmak genele ahmak olduklarını ve kaybettiklerini söylememeliyiz. Çünkü bir ahmak; asla kaybettiğinin ve kazandığının farkında olamayacak kadar durum muhakemesi/ durum farkındalığı bilincinde değildir. Ahmaklar, her zaman büyük bir değer olduklarını ve bir gün değerlerinin anlaşılacağını düşünürler. Onun için hep; ben söylememiş miydim, ben biliyordum/ben biliyorum zaten derler. Ahmaklar her şeyi bilirler, her şeyden emindirler, her şeyi çözmüşlerdir, sonsuz ümitvarlardır, nihai zaferin hakları olduğuna sonsuz inanırlar… Emin olmak ve değerinin anlaşılacağına inanmak ve de bir gün mutlaka takdir edileceğini bilmek, yani Mesihlik; temel ahmaklık göstergesidir. Her ahmak kutsaldır, kutsal kurtarıcıdır, halkının ve dünyanın geleceği ona bağlıdır. Çarmıhta can verirken, insanlığı acılardan kurtardığına inanmak ve kendi hastalığına çare bulamayacak kadar çaresizken ve sapkın Ömer’i dizginleyemezken bile; tüm insanlığı kurtardığına inanmaktır. Her peygamber bir kahraman, her kahraman bir ahmak ve her ahmak kendi çapında bir peygamberdir!
İmdi gelelim; toptan ahmaklığımızı tescilleyen ve kaybettiğimizin nerede başladığına: Bu ülkenin en önemli heykeltıraşlarından birinin bir yapıtı vardı ve çok anlamlıydı. Onu anlamlı kılan, verdiği barış, kardeşlik, dayanışma, sevgi ve hümanizmden çok; tam da Ermenistan sınırında bulunmasıydı. Adı da ne kadar mükemmeldi; “İNSANLIK ANITI”. Aslında dünyanın en önemli yapıtıydı. İnsanların ve halkların kardeşliğini, barışı temsil eden ve belki de; verdiği mesaj açısından, dünyanın en önemli yapıtıydı. Burada tarihçi olmayan veya tarihi sürekli saptıran faşistlerden öğrendiği için ve bir tarihçi olarak hatırlatmak isterim: Doğu Anadolu’nun binlerce yıllık tarihi adı; Batı Ermenistan’dır. Güneye doğru inince Kürdistan’tır. Örneğin bir Kilikya ve Kilikya Ermenileri vardır. Örneğin bir Lazistan vardır. Örneğin bir Gürcistan vardır ve bunları Herodot’tan, Amasyalı Strabon’a ve hatta Herodot’a kadar iz sürebilirsiniz ama gerek yok; gidin TBMM tutanaklarına bakın ve binlerce yıllık kayıtlarda yer aldığı gibi o coğrafyaların adlarını ve mebus isimleriyle birlikte görürsünüz. Bu yüzden barış, hümanizm, kardeşlik, dayanışma, eşitlik, dayanışma ve saygının anlamı; Ermenistan sınırında daha bir anlamlıdır.
Bu gün Haziran eylemcilerine veya işçi eylemcilerine Tayyip ve şürekâsı, bol keseden “VANDALİSTLER” diye haykırıyorsa haklıdır. Dibine kadar haklıdır. Çünkü bir sanat eserinin parçalanması ve sanata her hunharca saldırının adı Vandalizmse ve bu Vandalizm; dönek, yalama, çıkarcı, ahlaksız, faşist, ilkesiz ve de koltuk için domalan Ertuğrul faşistinin kültür bakanlığında yapılmış ve de bütün muhalifler tarfından sindirilmişse, direnilmemiş, o anıt can pahasına korunamamışsa: Toptan Vandalist, ahmak, işbirlikçi, yalak, şerefsiz ve alçaksınız!... İmdi; Atatürkçüyüm, laikim, uygarım, ilericiyim diye meydanlarda dolaşanlar, sosyal medyada fink atanlar: Kaybettiğinizi, tecavüze defalarca uğradığınız halde bilincine varamayacak kadar ahmak olduğunuzu ve artık namusunuzu, onurunuzu, ırzınızı kaybettiğinizi bile algılayamayacak kadar gerzek olduğunuzun bilincine varamadığınız için, sürekli kaybetmek zorunda olduğunuzun bilincine varamayacaksınız! Yazık kaybettiniz ama İNSANLIK ANITI PARÇALANDIĞINDA KAYBETTİNİZ. KAZANAMAYACAKSINIZ, ÇÜNKÜ KAYBETTİĞİNİZİ ALGILAYAMAYACAK KADAR BİLİNÇSİZ OLDUĞUNUZ İÇİN. Sizin sefilliğinize o kadar acıyorum ki; yüzünüze ve üstünüze tükürmek bile istemiyorum! Çünkü örgütleriniz, sayfalarınız, videolarınız tamamen maniplasyoncu, kontracı Tayyip, MİT, Emniyet ve derin devlet ajanıyla dolu. Sizler hala ama ısrarla Atatürk’ün mezarından dirilmesini ve yönetime el koymasını bekleyen ölü sevicilersiniz ama şayet Atatürk o anıttan dirilirse; önce sizinle hesaplaşacaktır! Size acımaktan başka bir şey gelmiyor elimden be ya. Adlarınızın başına TC koyuyorsunuz ama hiçbir resmi binada TC ambleminin kalmamasını engelleyemiyorsunuz. Sonra Çankaya’nın bütün rumuzları sökülüyor ama siz hala Atatürk adına onlarca sitede gırgır yapıyorsunuz. Yakındır; Çankaya köşkü genelev işletmesi olur ve sizler de; Atatürkçülük adına ama MİT ve Emniyet ajanlarıyla birlikte, Atatürk baskılı peçeteler dağıtırsınız müşterilere! Gerçi şimdi de kükreyen paşalar, yalama ve ahmak kahramanlarla, kağıttan kaplan ulusalcı ama özünde faşist kağıttan kaplanlarla ama mücadele adına yaptığınız şeyin sermaye ve emperyalizm pezevenkliği olduğunu anlamayacak kadar ve de ahmaklıklarına hayret ettiğiniz Tayyip şürekâsında daha da ahmaklaştığınızın farkında olamayacak kadar AH-MAK-SI-NIZ!
Uyanın millet; Tayyip size iç kese yapıyor! Üzgünüm ama açık konuşmak zorundayım. Aslında hemşerileriniz haklı; sizi bu tellak, hem siki ve hem de paranızı ali ve paralarınızla servet yapi… Domalmak, kendinizi düzdürmek, düzülmekten zevk almak hoşunuza gidiyorsa amenna ama lütfen ama lütfen; mücadeleden, zaferden, umuttan veya sizden az ahmak olanları aşağılamaktan, kendinizi bir yerlere koymaktan, vatan-millet, Kemalizm edebiyatı yapmaktan vazgeçiniz. Rica ediyorum, dostça söylüyorum; çünkü maskaralaştınız ve çok Ekmeletleştiniz, çok Sarıgülleştiniz, çok Kılıçdaroğlulaştınız, çok Baykallaştınız, çok EÜTleştiniz, çok Gürselleştiniz, çok Erbakanlaştınız, çok Saadet Partileştiniz, çok Erbakanlaştınız, çok dincileştiniz, çok yobazlaştınız, çok emperyalist-liboşlaştınız, çok taklitçi, çok ama çok tacavüzcünüze hayran oldunuz ama kendiniz olmayı unuttunuz, ne olduğunuzu, ne amaçladığınızı unuttunuz… Yani kimliğinizi kaybettiniz, köşeniz kalmadı, kökünüz kalmadı; yusyuvarlak oldunuz ve o yüzden gelen vuruyor dibinize, yuvarlanıp gidiyorsunuz… Sonra tribünler goool diye haykırıyor ve sizler birer top olarak gurur duyuyorsunuz, alkışlandığınızı zannediyorsunuz ama skor Tayyip’e yazılıyor ve hep o gol kralı oluyor. Çünkü toplar yuvarlanır, toplar nesnedir ve nesne skor tayin edemez; nesne aktör olamaz ve bir topun kaderi hep tekmelenmek ve hep yuvarlanmaktır. Bir top; eylem başlatamaz ve başlatılan bir eyleme de müdahil olamaz. Her golden sonra, orta yuvarlağa dikilen bir yuvarlak nesnedir, o kadar. Bizim tribünlerimiz de çok küfürbazdır. Hep bir ağızdan; “topunuzu sikim” diye haykırırlar. Oyunun durmasının tek koşulu; topun patlamasıdır ama Tayyip patlak muhalefet toplarıyla oynamayı sevdiği için; bu ülkede oyun durmaz ve Tayyip bu patlak toplara acımadan vurmaktan kendini alamaz. Meclis içi ve dışı; bu patlak ve ahmak toplar topluluğu da, fıs fıs gaz çıkarmaktan başka işe yaramaz.
Galiba makara yine başa sardı. Sonuçta alaturka demokrasi, 1876’dan beri sar sar çöz ve yeniden despotizme dön muhabbeti. Çünkü temel hata; 16 Türk devletinden söz edeceksek; on altısını da Türkler kurmuşsa, hepsini Türkler yıkmıştır. Her ne kadar başkalarını sömürmüş ve öldürmüşsek de; en fazla birbirimiz yemişizdir. Öyleyse nerede yanlış yaptık? Tarihte bütün Türk devletlerini yabancılar yönetmişken –Osmanlının “millet-i sadıka”sı Ermenilerse- neden Cumhuriyet’ten sonra; bir Türk devletini Türklerin yönetimine bıraktık? “Her Türk asker doğar” yani kelle keser, haraç keser, katliam yapar ama yönetemez! Binlerce yıldır barbarlıktan uygarlığa geçememiş ve hiçbir zaman yönetememiş ve asla özgün kültür ve uygarlığı olmamış bir toplama halklar topluluğu; ne kadar zorlanırsa zorlansın ve ne kadar rol yaparsa yapsın: eninde sonunda barbar ve despot özüne dönmek zorundadır! İnkarcılıktan vazgeçelim ve bir dakikalığına aynaya bakalım: IŞİD, EL KAİDE, EL NUSRA, Humeyni fanatikleri veya Boko Harama veya başka fanatik Selefiler veya Türk DİYANET’i, imamları, ilahiyatçıları, Tayyip’i, güruhu, şeyinin kılları, taraftarları, MGT’lileri, tarikatları, cemaatları ve sıradan dincileri veya herhangi bir Türk Sünnisi; ne kadar ama ne kadar kelle kesmeden, linç etmeden ve ne kadar vahşetten, katliamdan, sübyancılıktan uzak? Ekmekçi Ekmeleddin, Tayyip ve Apo’nun arasında ve hatta birbirine düşman Apo ile Bahçeli ve hatta Pamukoğlu Paşa, İlker Paşa, EÜT arasında ne vahşet ve faşizm farkı var ki?
Daha 3-4 yaşındaki çocuklarını bile sokakta, belediye otobüsünde tokatlayan anne ve babaların çoğunlukta olduğu ve bu şiddete kimsenin müdahale etmediği; 11-12 yaşındaki çocuklarını bile evlilik adı altında tecavüze kurban veren gavat bir toplumda ve de kesintili zart zurt adı altında, çocukların okuldan koparılıp sermayeye veya tecavüze kurban verildiği bir gavat hükümet yönetiminde ve de binlerce çocuğun hapishanelerde sürekli tecavüz ve işkenceye kurban verildiği ve de ıslahevi adı altında pezevenklik ve işkenceyle çocuklarımızın hayatının karartıldığı ve de çocuklarımızın bizzat Tayyip emriyle sistematik olarak polis tarafından katledildiği bir ülkedeysek: parlamentoda muhalefet diye bekleyip ama emperyalizmin Tayyip’i gözden çıkarıp kendilerine iktidar bahşedeceğini ama hiçbir akılcı kaynak, planlama ve proje sunmadan ama Tayyip düzeninin iflas edip, çökmesine umut bağlayarak ama ve ama; ısrarla her seçime sadece bayrağı temsilen giren ve ama laçka iktidarın başarısız kılçıksız sömürüsünü bile lehine çeviremeyen ve hatta; kendi başınayken bir yürüyen merdiveni bile kullanamayan ve hatta ve hatta, hayatında tak bir defa yumruğunu masaya parti içindeki muhalefeti için vuran ve uzun parmağını boşluğa sallayan, Tayyip’ten fazla dincileşerek iktidar olacağını zanneden amma lakin, iktidar olunca muktedir olamayacağını kavrayamayacak kadar ahmak, Tayyip’ten daha dinci, gerici ve şeriatçı Ekmeleddin’le cumhurbaşkanlığı seçimini kazanacağını zannedecek kadar ahmak bir Kemal KILIÇDAROĞLU varsa ve de kürsüden böğürüp böğürüp kement sallayan ama kementleriyle eşek bile yakalayamayan kovboy Devlet Hazretleri ve de elbet gece gördüğü rüya ve gündüz yaşadığı hayat arasındaki gerçekliği bile fark edemeyecek, 3-5 PKK çapulcusuyla Kürdistan kurduğunu zanneden ve sadece faşist Kürt milliyetçiliği, sermaye yardakçılığı ve de rant yatırımıyla Kürt sefillerini kurtaracağını zanneden cengaver Selahattin varsa: Elbet Tayyip daha çok iktidar ve daha çook çook başkan ve daha çoook çooook sultan, diktatör, halife ve Türkiye’nin yegane Allah’ı olur!
Hiç yakın tarihe girmeyelim; çünkü bu halk/halklar bir gün öncesini bile hatırlamaz. Toptan sazanız nasılsa. Çoktan unuttuk, Soma Katliamı’nı. Ve şimdi bakacağız seçim sonuçlarına; o tazminatlarını alamayanlar ve yüzlerce evladını kurban verenler de AKP’ye dolu dolu ve bir torba bulgura oy verecek. Elbette hemşerileri Bülent’i bir torba bulgur almak için bağırlarına basacaklar. Ermenek’te de AKP’nin aldığı oyları göreceğiz. Öncelikle evlatlarını kurban verenler mührü AKP’ye basacak. Hangi fabrikaya gittiysem; bana önce işçiler ve asgari ücrete çalışan işçiler AKP ve Tayyip propagandası yaptı. Hatta bir işçi, mahalle imamlarının Samsunlu olduğu için, Samsunluları çok sevdiğini söyledi bana. Elbette imamın telkinleriyle, çocukların ana sınıfında ve de konuşmaya başlar başlamaz din eğitimi alması gerekliliğinden bahsetti bana. Bir Samsunlu ve aydın olarak; bu dinci ve sahtekar imamları sevmediğimi, din eğitiminin ahlak ve namusu bozduğunu, bütün imam ve ilahiyatçıların sahtekar birer emperyalizm maşası olduğunu söylediğimde; gözleri fal taşı gibi açıldı işçi kardeşimin. Yani bir Samsunlu olarak; benim dindar bir sülük olmadığıma şaşırdı. “Bak kardeş; elindeki fanzinleri ben kendim ürettim ve buradan aldığım asgari ücretle bastırdım. Senin imamın ne üretebilir ve bizim aldığımızın misli misli ücreti alırken, sizin için ne maddi fedakarlık yapabilir? Her Cuma ve bayram namazlarında sizin önünüze sergi açmak ve Kuran öğretiyorum diye karılarınızı düdüklemekten başka ne yapar?” dedim. Ama  ama demeye başladı. Bırak bu işleri, ben dört yaşında başladım din eğitimine ama karım illa Kuran Kursu’na gideceğim deyince serbest bıraktım, görsün diye yüzlerini. Daha ikinci günden benim karıma asılmaya başladı, çocukluk arkadaşım imam efendi, güzel kardeşim bana anlatma dedim. Bak, cumhurbaşkanın imam, bakanlar imam, valiler, müdürler imam ama imamlar yönettikçe, arttıkça ahlaksızlık, fuhuş, uyuşturucu, yolsuzluk, yoksulluk, cinayet, katliam, sefalet ve musibetler artmıyor mu dedim. Sonunda yutkunmaya başladı. Her cami ve her imam ahlaksızlığın daha pervasızlaşmasından başka işe yaramaz! İşte gitti bir ahlak tanımaz şerefsiz cumhurbaşkanınız ve geldi daha ahlaksız bir cumhurbaşkanı sultanınız. Sonuçta imamlar ve her imam; ahlaksızlığın ve insanlık dışı değerlerin daha pervasız noktasıdır!
Onur, namus, erdem, ahlak kavramları hiçbir zaman ve hiçbir zaman; İslam’la, Sünni İslam’la ve hele Selefi İslam’la hiç bağdaşmamıştır! Elbet Şia da boşuna kendine pay çıkarmasın; Ali, Muhammet’in beyinsiz bir fedaisinden başka bir şey değildir ve Zülfikar’la Muhammet’in emrettiği kelleleri kesmekten başka icraatı olmamıştır. Elbette ona atfedilen bütün özlü sözler, Muhammet hadisleri kadar uydurmadır. Yüzlerce kelleyi uçuran bir gönüllü fedai, düşünce üretemez. Zaten o yüzden, iktidar olamamıştır, çünkü çok fazla düşmanı vardı ama lütfen bunu mağduriyete dönüştürmeyin. Çünkü her mağduriyetten faşizm doğuyor. Tarih boyunca ve günümüzde de epey Şii iktidarlar var ve maalesef, hiçbiri zorbalık ve despotizmde Sünniliği aratmamıştır ve aratmıyor. Ahlak, asla dinle ilişkilendirilemez ve hele İslam diniyle ahlak, etik ve insani değerler asla ve asla bağdaşamaz. Onun için ilahiyatçı ve imamları camilere hapsetmek, toplumdan ve medyadan uzaklaştırmak sorunluluğu ortaya çıkmıştır. Ya da devam: dünyanın en niteliksiz eğitimi, en ahlaksız toplumu, yolsuzluk, rüşvet, gelir dağılımı bozukluğu, faşizm, ayrımcılık, baskı, işkence, zorbalık, cinayet, iş kazaları, sömürü, dolandırıcılık, mutsuzluk endekslerinde dünya şampiyonluğu! Din eğitime, topluma ve hayata nüfuz ettikçe gelen enler bunlar. Elbette nitelikte yakalayacağımız bir en yok ve olamaz da.
SIRİZA’ya değinmek gerekirdi ama gerek yok. Üç sosyalist parti birleşmiş ama epey uzun süreli bir hareket. Yani adım adım buraya gelmişler. İspanya, İtalya, Bulgaristan, Portekiz ve hatta birçok Ortadoğu ülkesi için iyi bir model olabilir ama Türkiye’ye uymaz. Zaten bizde sol da, sağ da despot ve faşizandır yani. Sosyalist geçinenlerin büyük çoğunluğu, zaten Stalinist veya Maoist dikatatör yöneticilerden oluşur ve bizde zaten solcu örgüt yöneticilerinin çoğunluğu MİT veya Emniyet ajanıdır. Bu yüzden birbirlerini yemek, parçalamak ve güç kazanan sol partileri bölmek üzerine –ki; doksanlarda ÖDP ve geçen yıl TKP ama aynı Ufuk Uras ekibi ve aynı taktiklerle- mücadele ederler. Zaten sol partiler; başıboş serserileri, aylak ve boşluğa düşmüş öğrencileri ve burjuva sergerdeleri 2-3 yıllığına örgütlemek ve aynı despotları ölesiye yönetici firavun ilan etmekle ve de halen legal siyasi parti olduklarını unutup, kendi kendilerine hücre tipi ve halktan kopuk mahzenler inşa etmekteler. Sorsan hepsi işçi, emekçi ve proleterya diktatörlüğünden yanadır ama hiçbir sosyalist partinin, ondan fazla örgütlediği işçi yoktur! Zaten sosyalist parti örgütlerinden iş-güç sahibi olan doğru dürüst biri de yoktur. Çoğunca mücadele adı altında, komitelerdeki muhbirlerin; örgüt içinde sivrilenleri istihbarata gammazladıkları bir emniyet ve derin devlet işbirlikçiliğinin egemen olduğu tuhaf bir yapı. Örneğin bendeniz; şimdi iki ayrı parti olarak devam eden ama öncesinde bir TKP üyesi olduğum halde, komitedeki ajanlar tarafından, emniyet istihbarata gammazlanmış ve işkence görmüş bir mağdurum. Yani bu örgütlerde dürüst, üretken ve onurlu olmak da hedef haline gelmenize neden olabiliyor. Örneğin gerek Kemal OKUYAN ve gerekse Metin ÇULHAOĞLU’nun müthiş ve örgüt üstü egoları var ve zaten bu nedenle TKP’yi parçaladılar. Geçmişte ÖDP veya öncesinde diğer sol partilerin başına gelen de aynı şeydir. Tüzüğe bakınca, her şey mükemmel ve özgürlükçüdür ama içine girince; muazzam bir diktatörlükle karşılaşırsın. Yani AKP kadar yobaz ve sulta diktatörlüğü vardır. Hiç eleştirmemek ve diktaya boyun eğmek sorundasındır ve bunun adına da; parti disiplini derler. Tüzük hiçbir zaman işlemez, her şey yukarıdan aşağıyadır. Kimse üye ve taşra komite kararlarını okumaz ve dikkate almaz. Bunları yaşadım, yoldaşlarım tarafından emniyet istihbarata satıldım ve iki yıldır ne bir destek ve ne de defalarca söz verildiği halde, hukuki bir destek bile alamadım. Ancak halen aynı muhbir ve işbirlikçiler, her iki partide de taşra ve merkez komite de görevlerine devam ediyor.
Yunan iktidarı, temelinde üç partili bir birleşmedir. Yani 3-4 partili bir birleşme veya seçim ittifakı olabilir ama şu an Türkiye’de yirmi civarında sosyalist parti var. Daha tuhafı; bu kadar patinin örgütlü üyesi de on bini bulmuyor! Üstelik üyelerinin ekseriyeti de işçi veya proleter değil ama temel sorun; bu kadar çok parti birleşemez veya en azından seçim ittifakı yapamaz. İki gün önce, ÖDP genel başkanı Alper TAŞ’ın uzun bir röportajını okudum. CHP, HDP ve ÖDP seçim koalisyonuyla AKP’nin devrilebileceğini söylüyor. Hadi ÖDP’yi sol sayalım –yani her ne kadar yarı sosyal demokrat ve yarımcık Marksist söylemi nedeniyle- ama CHP ve HDP’yi neresinden sol sayacağız? Bu bir sol ittifak değil ama sadece AKP’yi devirme ittifakıdır. Geçtiğimiz seçimlerde de Perinçek; CHP-MHP-İP ittifakı demişti ama itibar eden olmamıştı. Yani Alper TAŞ’ın önerisinin de bir farkı yok zaten. İyice sağa ve dine kaymış bir CHP ve iyice dincileşmiş ve liberalleşmiş bir Kürt milliyetçisi HDP. Bu durumda, HDP’yi çıkartıp, Türk milliyetçisi MHP’yi ve peşine İP’yi eklesek; özünde ne değişir? Ama unutulmamalı ki; SIRİZA da, çok Marksist veya sosyalist bir parti değildir ve örneğin; komünist parti yerine, aşırı sağcı bir partiyle koalisyon kurmuştur. Ancak özünde bir program, plan ve bunlar için kaynak açıklamış ve ciddiyeti olan bir partidir. Şimdi meclis içi veya dışındaki partilerin; ciddi bir plan, proje, kaynak programı ve inandırıcılığı yoktur. Herkes AKP’yi taklit ederek ve bol keseden söylem popülizminden öte; yapacaklarının maliyeti ve bu maliyetler için nasıl bir kaynak yaratacaklarını açıklama ciddiyetinden halen uzaklar. Ancak SIRİZA; programını açıklarken maliyetlerini ve bunun hangi kaynaklardan karşılanacağını da açıklamıştı. Ancak yine de; içinde Marksistler olsa da, tam bir Marksist veya sosyalist parti olmadığı da ortada. Sanki doksanların başlarındaki SHP gibi bir sosyal demokrat parti diyebiliriz. Sonrası bizim Deniz; o partinin içine ederek tasfiye etmiş ve kendi koltuk sevdasına, AKP ve Tayyip’in yolunu açmış ama utanmayı ve ahlaklı olmayı bilmediği için, halen milletvekili olarak ortalıkta dolaşmakta ve yine bir yolunu bulup partiyi ele geçirme fırsatçılığıyla ortalıkta şey gibi dolanmaktadır. Nasılsa bu ülkede, kimse kimseye ihanetin bile hesabını sormaz.
Elbette SIRİZA, çok önemli bir dalgadır ve umuttur. Başarılı olursa; elbet tek başına iktidar olabilir ve zamanla daha sola da kayabilir. Tersi olup, iyice yavşak bir sosyal demokrat ve hatta liberal bir parti de olabilir. Bunları konuşmak için erken ama bize uymaz. Çünkü bu ülkede sosyal demokrat bir parti yok. Gerçi liberal, muhazakar parti de yok. Sosyalist partiler ise –yani söylemde haddinden fazla çok ve hatta sayısız. Eh bu kadar çok sayıdaki partinin ne tabanda ve ne tavanda birleşmesi ve bir seçim ittifakı yapması, pratik olarak olanaksız. Öncelikle tabandaki benzerlerin birleşmesi ve en azından sosyalist partilerin beşe kadar düşmesi zorunluluğu vardır. Ondan sonra birleşme veya ittifaklar söz konusu olabilir. Elbette bunun için, Stalinizm ve Stalinist diktatörlükten ve tek tipçi Cumhuriyet zorbalığından sıyrılmak şart. AKP ve legal parlamento partilerini teslim almış ben-merkezci, dayatmacı zorbalık ve yobazlık, maalesef ve maalesef sol partileri de teslim almış durumda. Bu durumda söylemden ziyade, kafaları değiştirmek, düşünce geliştirmek, eleştiri/özeleştiriye açık olmak, halka açılmak ve onları anlamaya çalışmak çok önemli. Siyaseti cepheleşmek olarak ve cephelerle ayrışmak olarak ve hep ayrık olarak kendini kodlamak yerine; cepheleri yarmak, empati kurmak, sevgi ve saygıyla duvarları delmek olarak algılamak gerekli öncelikle. Şimdiye kadar solculuk adına, kendilerini marjinalleştiren ve örgüt içi ensest ilişki geliştirmekten başka bir iş yapamadıklarının farkına varmalı solcular. Sorunun; halkın kendilerini anlayamaması değil de, kendilerinin halkı anlayamaması ve halkı dinlemediklerinin ve empati özürlü olduklarını anlamaları gerekiyor. Elbette katı bir Jakobenizm, yarar sağlamaz ve halkla anlaşmanın ve onlarla iletişim kurmanın yolunu solun bulması ve bu konuda kendini geliştirmesi gerekiyor. Daha doğrusu solun, Marksizm’in bir at gözlüğü olmadığını ve siyasetin bir at yarışı olmadığını anlaması gerekiyor.
Elbette toptan parlamentoyu boykot etmek, faşizmle gerektiğinde sokak mücadelesi, direnişler veya toptan seçim boykotları gibi birçok yöntem vardır. Seçim ve sandık, asla tek enstrüman değildir. Halkı örgütleyebilmek, algı operasyonlarını tersine çevirebilmek, kitlelerle hareket edebilmek; elbette seçim öncesi veya sonrasında da meşruiyet kazanmak veya hileli meşruiyetlerle iktidar olanları düşürebilmeyi olanaklı kılar elbet. Ancak bu tamamen örgütlülüğün taban desteğiyle doğru orantılıdır. İktidarı değiştirmek veya düşürmek; tamamen halk muhalefetinin çoğunluğuyla ilgilidir ancak, halk; bir iktidarı değiştirme iradesi göstermeden önce, iktidar için güvenilir bir yapı arar. Türkiye’nin sorunu da; yirmi yıldır güvenilir bir parti veya örgüt olmamasındandır. AKP, sadece mevcut boşluğu iyi kullanmıştır. Bunun ötesi; Arap Baharı veya Turuncu Devrimlerde gördüğümüz gibi kaostur. Yoksa Haziran Eylemleri’nde de, AKP iktidarını devirecek gücü olduğunu gösterdi bu halk. Çok büyük kayıplar da verdi ama ülkeyi yönetecek bir parti veya örgüt görmediği için çekildi. Şimdi Haziran goygoyculuğu yapan sol partiler, kendilerini Haziran’ın önderi gören devrimcilerden karikatür bile olmaz! O nitelik ve yeterlilikte olsalardı, zaten halk onları iktidara kendisi yerleştirirdi.
Sol Cephe, Haziran’ın hiçbir yerinde ve hiçbir cephesinde olamamış ve iflas etmiştir. Yine kendini bir yerlere koymak ve kendi kendilerini önder ilan etmek isteyen bir gurup marjinal güruh; BİRLEŞİK HAZİRAN HAREKETİ, diye bir tuhaf ve burjuva sergerdieriyle ve ama söylem teoriğinden başka sermayesi olmayan kopuk bir otuzbir hareketi manifest harakiriden öte anlam taşıyamaz. Ancak, artık söylem sömürüsünü de, aşırı ajite ettikleri için son mermilerini namluya sürdüklerini bilmeliler. Bu sefer de başarısız olurlarsa –ki; şimdiye kadar hep fiyasko oldu sonuç- halkın nefretini ebediyen solun üstüne çekmiş olacaklardır. Böyle masa başı ve Tayyip’in akilleri misali, kendilerini 300-500 kişilik salonlara hapsedip ve hep aynı kişilerle komiteler oluşturup ve hep aynı sloganlarla kendilerini pohpohlamak yerine; halk arenasına inmek ve halkın içinde olmak elzemdir. Zaten hiçbir devrim; salon toplantılarındaki nutuklarla gelmedi.
Türkiye için henüz umut yok. Bu muhalefetten de, bir çük olmaz! Yerli malı kullanalım ama yöneticilerimiz ithal olmalı. Kesinlikle; Türkiye’yi Türkler yönetmemeli.
                                                                              Mehmet BAYDAN

                                                                                04.02.15

15 Şubat 2015 Pazar

SPOR, SİYASET, AHLAK VE 10 DAKİKA KENDİNLE YÜZLEŞMEK Mehmet BAYDAN

 SPOR, SİYASET, AHLAK VE 10 DAKİKA KENDİNLE YÜZLEŞMEK…
Fabrikada ne zaman sözler politikaya gidecek olsa, imam işçi –elbette AKPli- hemen uyarırdı; “politika konuşmayalım, futbol konuşalım!” diye. Ben de kükrerdim tabi; “başlarım lan futbolunuza, sizin Tayyip’in el atmadığı kulüp mü kaldı?” diye. Elbette onlara anlatmanın bir gereği yok; futbol ortaya çıkışından itibaren politik ve hep politikayla içli-dışlı bir oyun olmuştur. Gerçi insan unsurunun her eylem ve söyleminin politik olduğunu ve en çok da, dinin politik olduğunu bir imamla tartışamazsınız. Ya da 12 Eylül faşizmi sonrası piyasaya sürülen ve insanları depolitize edip düzene yamamaya çalışan; “ne sağcıyız ne solcu, futbolcuyuz futbolcu” sözünün de sinsi bir politika olduğunu anlatmak zordur. Elbette politika, insancıl bir eylemdir ve insanlar politize olmak zorundadırlar. Yani sığırlara, kuşlara ya da sürüngenlere devredemeyiz politikayı. Ancak, politikanın; ahlaksızlık, onursuzluk, ilkesizlik, yalakalık, çıkarcılık, dolandırıcılık ve demogoji olmadığını: ezmek, bertaraf etmek, taraftarlaştırmak, kullaştırmak, amigoluk üzerinden değil de; bilim, hoşgörü, sevgi-saygı ve dürüstlük ilkeleri üzerinden yapılması gerektiğini ve insanları özgürleştirmek ve geliştirmek üzerine bina edilebileceğini öğrenmeliyiz artık.
Nasıl sanatı, edebiyatı, felsefeyi bilimi siyasetsiz kılamıyorsak; sporu hiç kılamayız. Hatta hayvanlı sporlar ve insanların düzenlediği ama sadece hayvanların yarıştığı bir müsabaka bile artık, politize bir olaydır! Ancak futbolun tarihine bakarsak; İngiltere’de köyler ve yerleşim birimlerinin rekabet savaşlarından doğmuştur. Sonra adaleti olmayan bir oyundur. Her zaman iyi ve üstün oynayanlar kazanamaz. Yetenekleri üstün olanların da, skoru belirler diye bir kuralı yoktur. Şans faktörü çok fazladır. Gerek oyuncu ve gerekse hakemlerin yönetimleri nedeniyle, insansal hatalara da çok açık bir oyundur. Kuralları çok kesin değil ve sadece eylemlerin değil, niyetlerin de hakemler tarafından değerlendirildiği bir oyundur. Böyle olunca da; kötü niyetli bir eylemi hakem, iyi niyete ama iyi niyetli bir eylemi de kötü niyete yorabilir. Elbette moral açısından, kalabalık bir taraftar grubuna ama en önemlisi de, taraftarları coşturacak amigolara gereksinim vardır. Çok sert bir oyundur. Takım oyunudur ama çok yönlü ve sonsuz teknik-taktik varyasyonların yapılabileceği bir oyundur. Süresi çok uzun ve bu uzun süreyi sürekli yüksek konsantrasyon ve yüksek performansla tamamlama sorunluluğu vardır. Hata affetmeyen ama bireysel yetenek ve hataların da skora etki ettiği bir takım oyunudur. On bir oyuncunun da birbiriyle yardımlaşması, dayanışması ve en önemlisi birbirlerini tamamlaması gerekir. Kendi oyun kaliten, mücadelen ve taktiklerin kadar, rakibinin de oyun anlayışı ve taktiklerini dikkate alman gerekir.
Aslında politik arenayla en büyük benzerliği; teknik ekibin karşılaşacağı rakibi önceden çok iyi etüt etmesi ve müsabaka öncesinden teknik, taktik, oyun anlayışı ve oyuncu seçimlerini çok iyi yapıp hazırlanması gerekir. Çünkü oyun başladıktan sonra, oyuna çok müdahil olamaz. Çünkü oyuncu değiştirme şansı azdır, oyun sırasında kenardan doğrudan oyuna ve oyunculara sürekli müdahil olamaz. Aslında oyun başladıktan sonra, teknik ekibin takıma etkisi, yüzde onu geçemez. Yani maçtan önce idaman, teknik, mücadele anlayışı ve rakibin özellikleri oyunculara ezberletilmiş ve neler yapacağını tam bilen bir takımla sahaya çıkmak zorunda. Aksi takdirde üstün performanslı, kaliteli oyuncularla ve rakipten üstün olarak başladığın bir oyunda bile, hezimet yaşanabilir ve bunun sayısız örnekleri vardır. Hiçbir zaman rakibi küçümsememek, boş vermemek, üstünlüğüne güvenmemek, rakibe saygı duymak ama sonuçta bunun bir mücadele olduğu ve savaş-düşmanlık olmadığının da bilincinde olmak gerekiyor. Elbette oyunu rakibin hataları üstüne değil; rakibine üstünlük sağlama üstüne kurmak gerekiyor. Sürekli hatalı goller yiyen rakip kaleci, o maçta panter kesilebilir ya da sürekli hata yapan bir oyuncu, o maçta hatasız oynayabilir. Onun için öncelikle rakibin zayıflığı veya oyundan düşmesini beklemek yerine; rakipten daha fazla mücadele etmek ve kendi performansını üst düzeye çıkarmak anlayışıyla sahaya çıkmak gerekir. Elbette rakip hatalar yapar ve erken yorulursa, zaten bu değerlendirilecektir.
Psikolojik faktörler de önemlidir. Coşkun bir seyirci, tribünleri coşturan amigolar da oyuncuların moralini yükseltir ama sahadaki oyuncuların psikolojisi, mücadelesi ve oyun anlayışı belirler skoru. Öyle ilginç bir oyundur ki; sahada perişan bir takım gören seyirci, umudunu keserse kendi takımını yuhalamaya ve rakibi coşturarak, kendi takımını ezmeye başlar. Başarısızlık müzminleşirse; seyirci bir daha maçlara gelmemeye ve dağılmaya başlar… Seyirci gelmeyince ve taraftar desteği olmayınca hem tribün ve hem de reklam gelirleri azalmaya başlar ve sonuç olarak ekonomik iflas da kaçınılmaz hale gelir. Şu sıralar ülkemiz kulüplerinin ve federasyonun başına gelenler budur! Yukarıdan aşağıya kötü ve kalitesiz yönetimler var ama daha kötüsü; sporun, sporcunun, insan unsurunun önemsenmediği ve de yönetimlerin tamamen Tayyip amigoluğu yaptığı bir ülkede: her alanda olduğu gibi spor ve futbolda da kalitesizlik ve niteliksizlik başat unsur olmak zorundadır. Bu ülkenin hazinesi, ekonomisi, kurumları, adalet ve hukuku, eğitimi, üretimi, ticareti, yönetimi, ahlak-onur ve erdemi iflas etmişse; sanat, spor ve bilim neden bundan payını almasın ki?
Örnek vermek adına zikretmek durumundayım, yoksa kişiler ve hele niteliksiz kişiler üzerinden politika yapma gibi bir kalitesizliğe düşmek istemem. Türkiye’nin en büyük kulüplerinden birini, her alanda çökerten ve enkaza dönüştüren bir niteliksiz; nasıl federasyon başkanı yapılır? Hayatı boyunca sadece Derwall’in mirasıyla bir başarılar zinciri yakalamış ama sonrasında gittiği her yere kabadayılık, bencillik, ahlaksızlık, şiddet, nefret taşımış ve spor adına da sürekli düşüş yaşamış bir tescilli niteliksiz ve beceriksiz; nasıl ama nasıl milli takımlar teknik direktörü yapılır ve dünyanın en hızlı düşüşünü yarattığı halde: neden orada tutulur? Hadi tutuyorsunuz da; en başarısız antrenöre, dünyanın en yüksek ücretini nasıl verirsiniz? Bu federasyonun görevi de tıpkı iktidar gibi; yandaşlar ve taraftarlara bol bol ulufe dağıtmaktır ama kimin parasını kime veriyorlar? Bir tane düzgün zemin yok diyeceğim ama yandaş ve yalak kulüplerde alası var! Türkiye’nin üçüncü büyük kentinin, doğru düzgün bir stadı ve var olan virane statlarının da, futbol oynanabilecek zemini yok! Daha ilginci; köylere, kasabalara bile toplu konut, tesisler yapan TOKİ’nin, İZMİR’de bir taşı bile yok! Şimdi politika yapmamak adına hangi futboldan veya spordan konuşacağız?
Bu ülkede ne kulüplerde, ne politikada ve ne de başka kurumlarda: başarısız olduğu, yolsuzluk, hırsızlık veya hata yaptığından dolayı; 2002’den bu yana istifa eden olmamıştır! Daha ilginci; yüzlerce ve hatta binlerce insanın katlinden sorumlu devlet bakanları bile ve hem de pişkin pişkin sırıtarak koltuğuna daha iyi çöreklenmekte… Daha beteri, başarısız olan muhalefet liderleri ve ülkenin bu durumunda katkıları iktidar kadar olduğu halde; ısrarla koltuklarına daha fazla yapışmaktalar. Çünkü bu ülkede kalitesizlik, niteliksizlik, yüzsüzlük, ilkesizlik, rezillik, ahlaksızlık ve utanmazlık yükselme kriteridir! Önemli olan ranttır çünkü. Yiyeceksin, yedireceksin, aç halkın önüne arada bir kemik atacaksın ve dişini göstereni kafadan vuracak polis ama kuyruk sallayana ayakkabılarını yalatacaksın! Meğer ne çok yalama varmış bu ülkede! Elbette bu yalamalara bahşişi fazla verirsen, tuvalet kağıdı da kullanmaya gerek yok.
Adam tescilli amigo ve de internasyonal yalaka ama Türkiye’nin en büyük kulüplerinden birinin, en önemli yöneticisidir. Bir yalaka elbette, profesyonel mesleğini yapacaktır. Bir gelir başkanını yalar, saraya gider merdivenleri, tırabzanları yalar ve gitmişken sultanının eteğini ve elbet eteğinin içindekileri de yalar! Gerçi başkanı da; ben bu kulübü kurtaracağım diye devraldı ama ilk basın toplasında; enkaz devraldım, batırmışlar bu kulübü demeye başladı. İnsan hiç mali veya idari durumunu bilmediği bir yere ve ne iş yapacağını bilmediği bir makama aday olur mu? Hadi oldu diyelim; bu kurumun üyeleri, delegeleri; “tamam yapacağına inanıyoruz ama sen şu plan, program ve yaratacağın kaynakları bir açıklasana” demez mi? Bu ülkede denmez işte. Yapar be abi, iyi iktidar yalakasıdır ve sultandan parayı alır derler. Peki borçlar ödense, mali durum düzelse ve şampiyonluklar da gelse; bundan kulüp, camia, spor, etik-ahlak, dürüstlük ve camia ne kazanacak? Son yıllarda, Türkiye şampiyonu olan kulüplerle, Türkiye sınırları dışında –amiyane tabirle, “taşak geçiyorlar”! ama artık bu ülkede de böyle olmaya başladı. Zaten artık şampiyon olanlar da, ekonomik olarak ve yönetim olarak daha da alçalıyorlar.
Bu sorunları sadece yönetim, altyapı, tesis sorunlarına bağlayamayız. Temelinde eğitim ve felsefe sorunu vardır. Bir ülkede genel politik ve yönetim sorunu varsa ve niceliklerin dışında bir nitelik üretilemiyor veya hiçbir nitelikte dünya istatistiklerinde niceliksel ifade bulamıyor ama bütün rezalet ve melanetlerde en yüksek niceliklerle ifade ediliyorsa; her alanda rezaleti konuşabiliriz ama onu da konuşturmazlar! Çünkü bu ülkede hiçbir alanda özgürlük olmadığı, düşünce özgürlüğü olmadığı gibi; düşünmenin kendisi de yassak hemşerim! Yoksa düşünmekten, “makul şüpheli” bulur seni polis, hadi kafana sıksa kurtulursun ama ömür boyu yargılanıp, müebbet almak da var. Bu ülkede hırsıza hırsız, arsıza arsız, namussuza namussuz, şerefsize şerefsiz, diktatöre diktatör, katil katil, yüzsüze yüzsüz demek de suç. Bu ülkede sadece alkışlayacaksın, yalayacaksın, alçalacaksın, arsızlaşacak, ezecek, tecavüz edecek, bertaraf edecek, linç edecek ama asla eleştirmeyeceksin! Bu ülkede asla ve asla onurlu, erdemli, namuslu, ahlaklı ve saygılı olmayacaksın! Yoksa linç ederler, ezerler, yok ederler… hem de bütün kurumlar, yandaşlar, rantiyeciler hep beraber, el birliğiyle…
Artık Aziz Yıldırım’ın, kulüp başkanı olması; ne Fenerbahçe’nin ve ne de futbolun, sporun yararına değildir. Zaten geçmişteki başarı ve saygınlığı da yok olmaktadır. Zaten onun başkanlığı da; onu taklit eden bir militanın kulüp başkanı olmasına ve futbolu iyice terörize etmesine neden olmaktadır. O da Aziz YILDIRIM gibi baba olmak ve posta koymak edasıyla –ve de Recep Sultan’ının gazlamasıyla- tam bir mafya babası rolleri kesmeye başladı! Tam da bu günlerde, Aziz YILDIRIM istifa etse; bu mafya babası pozları veren, sahte kabadayı; oturup hüngür hüngür ağlamaya başlayacak. Çünkü Aziz Yıldırım’a karşı, onu fişekleyenler bile artık yüzüne bakmayacak. Bir hafta ortalıkta, nasıl korkuttum, nasıl kaçırdım ama diyecek ve sonra bakacak ki; ardında ve önünde kimse yok. Bu dağlarda bir başıma kalmışam, yalnızam, avareyem diye feryadı basacak.
Milli veya özel her kulüp ve kurumun ilke ve felsefeleri, sempatileri olmalı önceliği. Bu açıdan; ne işi var Fenerbahçe’de Emre’nin ve Galatasaray’da Melo’nun! Onu da geçtik; Emre halen milli takımda oynatılıyor. Yurt içi ve dışında; ırkçılıktan, ayrımcılığa ve küfre kadar kaç defa suçlandı, disipline gitti ve hatta cezalar aldı… Başarı ve performans adına korunuyor ve oynatılıyor ama Volkan’ın bu hale gelmesi de onların korunmasının ve o takımlarda oynatılmasının birebir sonucudur. Bu mikrop ve ahlaksızlıklar, genç futbolculara da bulaşacaktır ve bulaşmaktadır! “Çürük elma, yanındakini de çürütür” ve çürüme yayılır gider bütün depoya. Bütün bu dökülme ve çürümeler; altyapı, maliye, tesis sorunu değildir. İlkesizlik, ahlaksızlık, felsefesizliğin getirdiği doğal sonuçtur. Şu an batakta olmayan kulüp yok gibi ama asıl sorun mali kaynakların çarçur edilmesi değil; insan kaynaklarının harcanması ve çürütülmesidir!
Amatör sporlar farklı mı acaba? Önceden güreş ve halterde ithal teknik ekipler veya ithal sporcularla elde ettiğimiz başarılar vardı. Ama kurumsallaşma ve eğitim yatırımları yapılmadığı için bitti. Zaten AKP iktidarından sonra; amatör sporlarda şike ve doping damgasını vurdu. Çünkü çürüme her yerde. Amaç mücadele, sporun yayılması değil; rant yaratma ve kazanma olunca böyle olur. Derece kazananları altın ve ödüllere boğar ama okullara, halka yatırım yapmazsanız, hem alttan yeniler gelmez ve hem de üsttekiler; kilosunca altın kazanmak için her haltı yer. Maalesef amatör branş yöneticileri de yandaşlık yarışında, spor müdürleri zaten yandaşlardan atanıyor. Sürekli ödenekler artıyor ama ödenekler arttıkça rezalet ve başarısızlık artıyor! Zaten her tesis yandaş müteahhitlere ihale edildiği için, rezil yapılar ortaya çıkıyor ve sporcuları sakatlamaktan öte bir işe yaramıyor ve hatta ölenler bir dünya! Örneğin yeni yapılan Erzurum’daki kış sporu tesisleri çöktü! Orada uluslararası bir olimpiyat yapılmıştı. O sırada çökmemesine şükretmeliyiz herhalde. Dünyanın en rezil facialarından biri olurdu. Elbette bizim, yani halkın birkaç milyarı buharlaştı; yani daha doğrusu, birilerinin kutusuna girdi!
·                                                      *                                                            *
Çocukluğumdan, Hacıosmanoğlu’nun, Haziran Eylemleri’nde; biz Trabzonspor muhalif taraftarlarına küfredene kadar; çocukluğumdan itibaren fanatik Trabzonsporluydum. Yine Trabzonsporluyum ama desteklemek için, onun gitmesini bekliyorum. Bizler taraftar olarak; yönetici veya sözleşmeli futbolcu, görevli değiliz ve de kulüpten maaş almıyoruz. Aksine maça gidiyorsak, bilet alıp kulübümüze, forma veya başka eşyalar alıyorsak; yine kulübümüze kazandırıyoruz. Ben Hacısomanoğlu’dan bedava forma veya başka bir eşya almadım. Benim parasını verdiğim formayı nerede giyeceğime, nerelere gideceğime ve hangi siyasi görüşten olduğuma karışma hakkını nereden alıyor? Yanlış anlaşılmasın; bir partinin genel başkanı bile Trabzonspor başkanı olabilir ama oraya seçildikten sonra; bütün siyasi görüşlerin kapsayıcısı olmak ve partizanlık, şakşakçılık yapmamak zorunluluğu vardır. O taraftarı, siyasi görüşüne taraftar yapmak, bölücülük yapmak için orayı kullanamaz ve taraftarın stat dışındaki eylemleri onu ilgilendirmez. Asıl onun davranışları ve kulüp yönetim faaliyetlerindeki tavırları taraftarı ilgilendirir. Bize meydanları yasaklayan, Tayyip’i protesto edemezsiniz diyen bir başkan; gidip miting şakşakçılığı yapamaz! Bunu yaptıktan sonra da; bütün siyasi parti mitinglerine gitmeliydi ki; biz taraftarlar da, bizim başkanın miting hastalığı var derdik.
Şimdi, solcular, sosyalistler, CHP’liler, LGBT’liler, Kürtler Trabzonspor taraftarı olamaz demek istiyorsun yani. Elbette AKP’liler ve faşistler olabilir ve onlar kalmıştır artık sana. Sen o kulübe hizmet verdiğini zannediyorsun ama bak; seksenli yıllarda bizler trenlerle, hışır otobüslerle şehir şehir gezer ve cebimizde bir çay parası yokken ve o beton statlarda, kış ayazında bir bardak su ve bir simitle destekliyorduk. Üstelik takımımızın bir başarı da elde edemediği zamanlardı. Bunları şimdi en iyi bilenler; Özkan Sümer, Şenol Güneş, Hami Mandıralı ve o zamanın diğer futbolcuları, yöneticileridir. Onlarla konuşabilir, dinleyebilir ama lütfen bize yaptığı gibi onlara da posta koyup, talimat vermesin. Onlar söyleyecektir, Trabzonspor taraftarının kim olduğunu, karakterini… Bu takım amatör kümeye de düşse; biz destekleriz. Ve bedava seyirci aldığın maçta bile; sekiz bin seyirci topluyorsan, düşünmelisin. Bak sayın başkan; Trabzonspor, amatör kümede olsun ve Olimpiyat stadında oynasın ve bilet fiyatını da 50 lira yap ama bize küfretme, ayrıştırma ve bizi Trabzonspor taraftarlığı dışında yargılama ki; o stadı biletli olarak SEKSEN BEŞ BİN KİŞİ dolduralım!
Bizler Vanlı, Diyarbakırlı, Hakkarili, Edirneli Trabzonspor taraftarları olarak o statları doldururduk ve  dünyanın neresinde karşılaşsak; sarılır kaynaşırdık. Bizi birleştirir, seviştirirdi Trabzonspor sevgisi ve zaten artık aramızda bir ayrımcılık, gayrıcılık kalmazdı. Sen başkanlığa geldiğinden beri; bu kulüp –elbette AKP ve aşırı sağcılar dışında; kaç taraftar kazandı ve örneğin kaç tane Kürt çocuğu Trabzonsporlu oldu ve örneğin bir tane solcunun çocuğunu kazandırabildin mi bu camiaya? Senden sonra büyüyor muyuz; küçülüyor muyuz? Faşistleri ve gericileri örgütlemek; sana ve sultanına kazandırabilir ama Trabzonspor’un bu durumdan maddi ve manevi kazancı nedir? Hadi muhasebe yapalım. Bu camiayı büyütmüyorsun; bölüyorsun, küçültüyorsun, nefret ve kin ekiyorsun…
Borçları bitireceğim dedin ama devraldığın zamandaki borç kadar; şimdi kulübün faiz yükü var. Tetikçilikten THY reklamlarını aldın ama o reklam gelirleri, ancak bir aylık faizini öder bu kulübün! Umurunda mı; borç kulübün nasılsa? Şenol Hoca, Fatih Hoca ve Hami Hoca’yla yapamadığını; Vahit Hoca ile yapamazdın ama Ersun Hoca da hikaye… Sorun hocalar da, teknik ekipte değil ki başkan; yıllardır kangrenleşmiş sorun: YÖNETİM SORUNU! Şimdi sorun, kördüğüm oldu bile! Sürekli futbolcu transfer ederek ve ödenmesi olanaksız borçların altına girerek başarı gelmez. Trabzonspor, kendisi olduğu ve camiasıyla bütün olduğu zaman başarılı oldu. Ne zaman ki; kendi ilke ve felsefelerini terk edip, İstanbul kulüplerine özendi, kaybetti. Elbette çözümsüzlükte ısrar, çöküşü getirir… Yugoslav modası var, Yugoslavlar; Avrupalı modası var, Avrupalılar; olmadı Afrikalılar; haydi Brezilyalılar; moda yabancı hocalar, hadi bunu deneyelim… Sonuç fiyasko ve yine de Şenol Güneş’in yönetiminde iki sezonluk başarı var. Hakikaten, geldiğinden beri kaç futbolcu getirdin ve kaç hoca değişti ve bunların faizleriyle birlikte maliyeti ne?
Olanaksız ama bu yıl ligde şampiyon olsak ve Avrupa Ligi’nde şampiyon olsak –ki; daha ele gelir bir olasılık- seneye mali yapıdan dolayı; TRABZONSPOR, ŞAMPİYONLAR LİGİ’NE KATILABİLİR Mİ? Hadi sultan hazretlerin, UEFA’ya posta koydu ve katıldık diyelim ve de ŞAMPİYONLAR LİGİ ŞAMPİYONU ve hatta ve hatta, DÜNYA KULÜPLER ŞAMPİYONU olduk diyelim: BÜTÜN BUNLAR TRABZONSPOR’U, DÜZLÜĞE ÇIKARIR MI? Bütün bunları başarsan da; artık bir kıymet-i harbiyesi yok başkan! Bütün bu başarılarını bile, Avni Aker’de; en fazla on bin taraftarla kutlayacaksın! Kaybettin, sevgiyi, sempatiyi, saygıyı kaybettin… Ben sadece ve sadece; Trabzonspor’un, kardeşliğin, hoşgörünün, ahlak ve etiğin kaybetmesine üzülürüm. Şunu da unutma; bu takım amatör lige düşer ama biz yönetiriz ve Anadolu’nun her yerinden genç amatör futbolcularımız gelir ve bu takımda ücretsiz ve sadece köfte ekmek yiyerek oynar ve oynadığımız her stat ücretli biletli ama Kürt ama solcu ama LGBTli ama PKKlı taraftarlarla hınca hınç dolar! Bu sevgiyi, bu dayanışmayı, bu güzelliği anlayabilir misin? Elbette o taraftarların hiçbiri, hakeme, rakibe, kendi futbolcusuna veya yönetişine küfretmez, sahaya yabancı madde atmaz, sahaya girmez ve en önemlisi; gencecik bir sporcunun kafasını patlatmaz! Bu utanç senin, bu kan senin ellerinde ve bu terörün sorumlusu sensin, sayın başkan!
Orada başkan olman; sana Trabzonspor’un sporun patronu, ağası, babası, dayısı, sahibi olman hakkını vermez. Sen bir yönetici ve emanetçi olman dışında, bu camia üzerinde hak iddia edemezsin! Hata yüz milyar dolar cebinden ver ama yine de, Trabzonspor’un sahibi olamazsın! Patronu olabilirsin ama SAHİBİ OLAMAZSIN: ÇÜNKÜ, BU CAMİANIN SAHİBİ, EFENDİSİ, PATRONU, KÖLESİ, YALAKASI, KULU, FAŞİSTİ OLAMAZ! Şayet kulüp patronu olsaydın bile; SEN, MAÇTAN ÖNCE HAKEM ARAYAMAZSIN, O TAKIMI SAHADAN ÇEKEMEZSİN VE HATTA SENİN SULTANIN BİLE ÇEKEMEZ! Bütün yöneticiler, teknik ekip ve futbolcular emanetçidir ve TRABZONSPOR KULÜBÜ’NÜN CAMİASININ SAHİPLERİ VARDIR VE ONLAR BÜTÜN ÜYELERİ, TARAFTARLARI VE HALKTIR! TRABZONSPOR’UN SAHİBİ, TRABZONLULAR DA DEĞİLDİR, BUNU YAPMAYIN, CAMİAYI KÜÇÜLTMEYİN, KIŞKIRTMAYIN VE TERÖRİZE ETMEYİN ARTIK! Maçın hakemi vermesi gereken penaltıyı vermedi ve bu bir ilk değil. Hakemler görmez, tereddütte kalır vermez veya yanlış görür ve olmayan penaltıyı da verebilir! Ben isterdim ki, verseydi ve o maçta Fenerbahçe bizi penaltıyla yenseydi! En azından bu kadar ezilmezdik; ne bu takımın hali ya, utanmadınız mı bu ezikliğe? O hakem, 3 kırmızı kart ve 5 penaltı verse bile; TRABZONSPOR sahadan çekilemez ve doksan dakika boyunca son saniyesine karar, skoru değiştirmenin mücadelesini verir. On gol yese de, ben mücadele etmiyorum, kaçıyorum diyemez! Diyecekse; niye bu ligdesiniz ve niye maça çıkıyorsunuz? Diyelim ki, çekilmek gerekli ama bunun kararını verecek olan da o teknik ekip ve takım kaptanıdır! Kendine gel: SEN BAŞKAN OLMAKLA; TRABZONSPORUN AĞASI, SAHİBİ, KABADAYISI, EFENDİSİ, KRALI, İMPARATORU OLMADIN! Bu sıfatlar sana verilecekse; taraftar verir ama efendileşir, profesyonelleşir, sempati kazanırsan verir. Ama bu şiddet ve nefret diliyle devam edersen; çok yakındır: O SÜREKLİ KIŞKIRTTIĞIN TARAFTARLAR SANA KÜFRETMEYE VE BOZUK PARALARI SENİN KAFANA YAĞDIRMAYA BAŞLAR! ÖRÜMCEKLER YUMURTADAN ÇIKINCA, ÖNCE KENDİ ANNELARİNİ YİYEREK AVLANMAYA BAŞLARLAR!
Artık kapat şu nefret defterlerini. Trabzonspor’un, düşmanı yok ve asla olamaz. Ne Aziz YILDIRIM, ne Fenerbahçe ve ne de herhangi bir şahıs; TRABZONSPOR KULÜBÜNÜN VE CAMİASININ DÜŞMANI DEĞİLDİR! Biz hep dostluğun, sevginin, dayanışmanın, hoşgörünün ve kardeşliğin dilini kullanmak ve düşmanlık yerine, dayanışma yollarını aramalıyız… Bizim misyonumuz, felsefemiz, ilkemiz bu olmuştur ve öyle olmak zorunluluğu vardır. Bizim rakiplerimiz sahadadır ve mücadelemizi de; centilmenlik, sevgi ve saygıdan taviz vermeden yapmak zorundayız. Bizler bu ülkenin ve bu dünyanın insanlarıyız. Şayet çatışma, bölünme, kin, nefret ve şiddete neden olacaksak; FESHEDELİM TRABZONSPOR’U gitsin ama iyilikleri ve güzel anıları yaşasın yüreğimizde… Bizi hatırlayanlar tebessüm etsin ve gözleri ışıldasın. Çünkü rüzgar eken, fırtına biçer, SAYIN BAŞKAN!
Artık o kupayı istemiyorum, herkes işine baksın ve sağa sola sataşmasın lütfen. Bize kupa veya şampiyonluk lazım değil artık; bize lazım olan: GÖNÜLLERDE ŞAMPİYON OLMAKTIR! Zaten o sezon, biz mücadele azmimizle, Fenerbahçelilerin de gönlünde şampiyon olduk zaten. Her gün uçakla bir futbolcu indiriyorsun Trabzon’a, iyi yönetin kulübü de, şampiyon olun yani. Ama bu baba, kabadayı edalarınızla, posta koyma ve tehditler savurmayla, bütün dünyanın kupalarını da alsanız; en azından beni bile tekrar kazanamazsınız. Çünkü ben Trabzonlu da değilim, AKPli de; ÇÜNKÜ BEN KOMÜNİSTİM SAYIN BAŞKAN VE BEN TRABZONSPOR DIŞINDA KİMSENİN, HİÇBİR PARTİNİN KULU VE TARAFTARI OLAMAM! Sana hayırlı işler, yolun , pişmanlık duyanı affederim ve camiamdan kimseyi dışlamam… “GÖNÜLLER YAPMAYA GELDİM, YIKMAYA DEĞİL” diyor bu toprakların sevgilisi ve sekiz yüz yıldır yaşıyor gönüllerimizde.
·                                                   *                                          *
Yukarıdan aşağıya kirlendikçe kirleniyor ve sürekli şiddet ve nefretin içine batıyoruz. “Balık, baştan kokar” hesabı. Bir ülkenin başbakanı çıkıp; “Ya taraf olacaksın, ya bertaraf!” derken alkışlanıyorsa ve “ananı da al git”, gencecik çocuklar, gençler katledilirken; “emri ben derdim” diyerek, ölüm emrini verdiğini haykırabiliyor ve hatta kendisini protesto eden acılı bir insanı yumruklayabiliyor, bir vali vatandaşa “gavat” diyor ve başkaları daha kötü faşistlikler yapıyor ama bunlar protesto edilmek, istifa etmek, görevden uzaklaştırılmak yerine sürekli daha da yükseltiliyorsa: çoğunluk faşistleşmiş ve faşizmi benimsemiş demektir! Zaten faşizm; ayrımcılıkla başlar ve ayrımcılık arttıkça şiddet yükselir. Bu şiddet ve ayrımcılık dalgasının, devleti ele geçirmesinden çok; yüzde yirmi oranında halkı örgütlemesi; egemenlik kurması için yeterlidir! Tarihteki bütün faşist yönetimlerde olan budur. Ancak sorun; şiddete yatkın olmamız, eğitim sistemimizin de dogmatik ve despot olmasıdır. Bu yüzden uygarlaşmak ve insani değerleri benimsemek yerine; sürekli ilkelleşerek, kültürümüzdeki şiddet ögelerine sarılıyoruz.
Eti senin, kemiği benim; koca sever de, döver de; hocanın vurduğu yerde gül biter, iti an, çomağı hazırla, kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etme, kızını dövmeyen, dizini döver; yılanın başını küçükten ezeceksin ya da: nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir… gibi onlarca deyim ve atasözümüz var ve şiddet her türlü kültürümüzün ve hayatımızın bir parçası! Yani uygar kültüre ve etik ilkelere uyum sağlayamadıkça daha da ilkelleşiyor ve şiddete sarılıyoruz. Birbiriyle ilgili üç örnek vereceğim. Galiba ilki; milli takımda iki genç oyuncumuz arasındaki sürtüşmeydi. Medyadan öğrendiğim kadarıyla: bir genç ve hem de milli takım kampında, diğer arkadaşına silah çekmiş ve ölümle tehdit etmiş! Bu tür fevri olaylar olabilir ama bu durumda resmi tutanak tutulur ve federasyon ve hem de adli merciler, yasal işlemlerini yaparlar ki; örnek olmasın, yaygınlaşmasın… Mağdur genç de haklı olarak; teknik direktörü, Fatih TERİM’e iletiyor durumu. Anladığım kadarıyla, hoca da; kapatalım bu konuyu, öpim de geçsin mealinde bir şeyler söylüyor ama ısrarla da, bu olayı; kimseye anlatmamasını tembihliyor. Yani yıllar öncesinden hatırlıyorum; kırmızı kart gören gencecik futbolcuya ve hem de kamera ve seyircilerin önünde sille tokat daldı ve kıçına da tekmeyi yapıştırmıştı! Ne seyirciler, ne insanlar ve ne de kulüp yöneticilerinden bir kınama bile gelmedi.
Anladığım kadarıyla bu genç olayı babasına anlatmış ve galiba babası da haklı olarak, savcılığa suç duyurusunda bulunmuş. Herhalde yani, adamın oğluna silah çekilmiş ve üstüne üstlük, bir de ölümle tehdit edilmiş. Olan mağdur gence oldu. Fatih TERİM, onu kaypaklık ve ihanetle suçladı ve halen milli takımdan tecritli. Sonuç; halen görev yaptığı sürede takımına en hızlı irtifa kaybı yaşatan ve dünyanın en ballı ücretini alan kişi olarak görevine devam ediyor. Galiba ücret ve pirimleri de; başarısızlığına endeksli olarak artıyor!
İkincisi, sultanımızla ilgili. Kazakistan’da bir özel okuldaki, T.C. vatandaşımız meslektaşım, öğrencisine bir tokat patlatmış. İyi de yapmış hani, başka nasıl terbiye edilir bir çocuk ama elin barbar Kazakları olayı; öğrenciye şiddet diye yorumlamış. Bak sen tescilli at hırsızlarına; bir de utanmadan 2 sene hapis cezası verin! Devletlü Tayyip Sultanımız Hazretleri, resmi ziyarette; onların başkanından ricacı oldu hani. Sonra kefalet falan, kitabına uydurdular ve bir daha Kazakistan sınırlarının etrafına bile yaklaşmaması kaydıyla, sınır dışı ettiler şefkatli hocamı. Halbuki hocamız kafa atmamış, kafasını masaya, duvara, tahtaya çarpmamış ve bir yerini de kırmamış hani. Uyarı babında ve hem de elini yumruk bile yapmadan vurmuş yani. Oysa benim kafam ne çok çarptırıldı yazı tahtalarına, öğretmen kürsülerine, hele hoca mekteplerinde az mı vurdu, imam efendiler bilek kalınlığı köteklerle kafama kafama… öyle olmasa, her bir şeyi nasıl ezberleyecektim ki? Allah razı olsun bütün öğretmenlerimden ve imam efendilerden… Yoksa nasıl, bu kadar bilgili olacaktım yani? Laf aramızda, benim kafa da amma sağlammış ha.
Üçüncüsü, geçen hafta oldu. Gazeteden okuduğuma göre; genç bir basketbolcu ve hem de hocasının karşısında, soyunma odasında ileri geri konuşmuş. Haklı olarak da hocaefendi; basmış tokadı, haddini bildirmiş ukelaya. Adam olmazsan, böyle adam ederler seni. Ya bu puşt basın da, her şeyi öğreniyor yani. Bir olay varmış gibi, haber yapın siz. Delikanlı hocam da; aslanlar gibi çıktı basının karşısına: vurdum, iyi yaptım, adam olsun hıyar; 19 yaşına gelmiş ama adam olmayı öğrenememiş… artık öğrenecek, bir daha böyle hata yapsın, eşek sudan gelinceye kadar döverim dedi. Haklı adam; hoca bu, hata yapınca dövecek, güzel şeyler yapınca öpecek yani. Başka türlü nasıl eğitilir, adam edilir bu zamane serserileri yani?
Haklı olarak, Galatasaray yönetimi ve basketbol federasyonumuz; hocamızı desteklediler ve ellerine sağlık dediler. O zibidi de hareketlerine dikkat etsin, adam olsun, yoksa biz alırız ifadesini dediler. Yani hoca bu, hem döver ve hem de si.. pardon ya, sever diyecektik yani. Ama si, deyince; merak etmeyin cinsel tacizden tecavüze ve de şiddete ne rezillikler arıyorsanız; kamplarda, antrenmanlarda var ve çoğu adliyede. Öyle bir ahlaksızlık ve sapıklık yayılmış ki; geçmiş yıllardan bir örnek vermem yeterli olacak: babası yaşındaki devlet antrenörü, kızı yaşındaki milli atlet öğrencisini çalıştırırken, farklı çalışmalar yapıyor tabi. Rezalet ortaya çıkınca, ayıp olmasın diye resmen evleniyorlar ve ne atletizm federasyonundan ve ne de bakanlıktan ihraç gelmiyor. Nasılsa ikisinin maaşı da devletten. Devlette de resmiyet önemli olduğuna göre; resmen evlenince sorun yok yani. Sonrası, ziyan olan bir milli atlet. Normal bu ülkede. İlkokuldan, ortaokuldan, liseden mezun ettiği ya da etmediği öğrencisiyle evlenen az mı; sübyancı öğretmen, imam, ilahiyatçı var bu ülkede ve hangimiz bunların yüzüne tükürüyoruz ki?
Benim bir hısmım ilahiyatçı hoca; imam hatipteki kız öğrencisini, eşinin üstüne kuma getirdi ve şimdiler de ondan da epey çocuğu oldu. Ne güzel işte, nüfusumuzu arttırıyor, ilahiyatçı. Devletimizin onu ödüllendirmesi gerekmiyor mu? Ne örnek ve ne ahlaklı davranış değil mi?
Uzun süredir yurtdışına çıkmayı erteliyorum. Bir T.C. vatandaşı olmak, utandırıyor beni artık! Atatürk; “ben sporcunun zeki, çevik ve ahlaklısını severim” demişti ve sorunumuz da tam bu, AHLAK, teriminde düğümleniyor. Devlet, iktidar, yönetim, kurumlar ve de toplum olarak ahlak ve etik değerlerimizi yitiriyorsak; spor da bundan azami ölçüde nasibini alacaktır elbet ama asıl önemlisi: utanmazlıktır! Çünkü utanmayan insan; ne kendisiyle ve ne de sorunlarıyla yüzleşebilir. Artık her alanda herkesin; başarı için her şeye hakkı olduğu ve kazananın haklı olduğu bir sapkınlığın içindeyiz. Bu durumu aşmanın da tek yolu: nefret ve şiddet söylemini ve de eylemini hayatımızdan çıkarmamız lazım. Şiddetin ve nefretin olduğu bir toplumda tartışmak, sorunları ortaya koymak ve uzlaşmak olanağı yoktur. O yüzden karanlık bir tünelin içinde kaldık ve çıkışı bilmiyoruz ama gördüğümüz ışığa koşmak da çözüm olmayabilir. O, üzerimize gelen bir hızlı tren de olabilir! Didişmek, saldırmak ve savaşmak yerine; bir an durup düşünmemiz gerekiyor. Neden, niçin savaşıyoruz ve bizim amacımız ne? Bu ülke insanlarının, sadece ve sadece; bir on dakikalığına, kendi aklıyla düşünmeye gereksinimi var. Ama sadece kendisi ve çocuklarının geleceği için. Kendi aklımız bizi doğru olana götürür, çünkü her insanın özünde; sevgi ve iyilik egemendir ve maalesef, insanın iyi özünü toplumun egemenleri bozar.
                                                                              Mehmet BAYDAN

                                                                                 15.02.2015